Böyle Buyurdu Gece
Hüzün kovan kuşu gelmiş.. Gecenin yanağına konuvermiş..
14 Ocak 2013 Pazartesi
Ben Geldimmm!
Selamlar, geceseverler... Teoman misali bir dönüşle, yeniden ve yepisyeni karşınızda, blog dünyasındayım. Amma velakin, cümbür cemaatin çok hoşuna gitsin gitmesin, yeni bir blog aldım. Ben yenilendim, blog yenilendi, yakında biçim olarak da yenilenecek inşallah. Hadi bakalım, şiire, psikolojiye, tasavvufa, hikayelere ve delilere meraklı olanlar beni takip etsin, ey divaneler. .Buyrunuz, burdan!
17 Ocak 2012 Salı
Üç Nokta
Buyuran bi geceden daha selamlar... Uzuun zaman oldu... Selamsız sabahsız gitmek olmaz dedim ve üçüz bi nokta koymaya karar verdim ben bu bloga...
Özlemişim... Ama açıkçası tam olarak uyuşamadık seninle... Buraya okunmak için yazardım genellikle, anlatma arzusundan çok anlaşılma isteğiyle... ama yazmak için yazmak sanırım daha çok uyuyor bana...
ivit, sanat içün sanat efenüm! :D
Şizo'm gibi neşe kaynağı olsam, yazdıklarımdan mizahi bir zeka fışkırsa, hayranlarımdan geçilmese tamam...:)))) Bu arada Şizom, gerçekten acayip keyif alıyorum yazılarını okurken(tebi herkeşler gibi), sakın ha bırakma çingum benim:)) Ben de yazmaya devam edicim ama burda değil:) Tabi benim gibi dengesiz bi insanın nokta demesi imkansız, o yüzden üç tane kocaman hantal nokta yakışır buraya.... penceremden bağırma isteğiyle dolar taşarım da burda duyururum belki sesimi ya da gene günlüğümü bi kafede unutuverme arzusu sarar her yanımı da elim gider gecegen'e, belli olmaz:D
*Şimdiiii.... neler neler oldu.... üniversiteyi bırakmıştım hatırlarsan, çok şükür kazandım istediğim yerde istediğim bölümü.... iyi ki bırakmışım hatta:)
*Birkaç yazıma konu olan insanı o sayede tanıdım; şemsiyesiz leydi'nin sevilesi kontunu, aşk gibi değil gibi'nin ana karakterini... meğer ben yanlış hikayede değilmişim:))) hep "singin in the rain" filmine şemsiyesiz yakalanmak ümidiyleeee....
*uykuyla senelerdir başı dertte olan biriydim, biliyorsun... sevmezdim bir türlü, zaman kaybından başka bir şey değildi o... ölüm'ün farklı yüzüydü hatta.... ben de ona meydan okuyarak ölüm'e kafa tutuyordum bir nevi... şimdi barıştık.... maşallah acısını çıkartıyorum senelerin:) zamana boyun eğmenin gücünü öğreniyorum yavaş yavaş.
*bi ara tutturmuştum 54kiloya inicem diye, vallahi gördüm geçen ay 54ü :D gördüm gördüm, şahitlerim var! :D
*severek resim yapıyorum artık! hatta bazen ihtiyaçla.... önceden çizerdim ama zevk almazdım pek... ortaya çıkacak olan resim önemliydi, süreç değil... şimdi kalemin izini sürerken, etrafı geç kendimden bile soyutlandığımı hissediyorum...
*5 ay olmuş... tabi birçok değişim var görüşmeyeli:) ...toplayıp çıkarıp da totalde şöyle ilerleme göstermişim demek mantıksız ama buraya hoşuma giden gelişmeleri yazmak istedim... ama sonuçta insanız, bir öyleyiz bir böyle... ne iyi ne kötü... önemli olan çabalamak işte... ve çabalıyoruz. yaşamaya çabalıyoruz.
*Kendine iyi bak demeee, denmez saçmaaaa.... saçmalamaya devam bilog, iyi bak kendine.
Veee böyle buyurdu gece!
...
4 Ağustos 2011 Perşembe
aşk gibi değil gibi...
Tanımalama konusunda hiç iyi değilimdir. Ama insan hangi virüsü kaptığını, hangi hastalığa yakalandığını bilmeli ki, derman bulunsun değil mi? Gel gör ki blog, aşk kalıba gelmiyor...
Ne belirtileri tutuyor, ne yan etkileri, ne de doz aşımı halinde yapılabilecekler.
Sen yüzüne günbatımı vurmuş gibi gözlerini tatlı bir şekilde kısıp en romantik italyan aksanıyla diyorsun ki, "güneştir aşk" biri çıkıp gölgen oluveriyor. O zaman bir çeşit şapkadır diyorsun, şık ve zarif. Sonra yağmur başlıyor... tamam diyorsun, buldum, damlalar!
Ve yağmuru beklerken, hiç beklemediğin anda doluya tutulabiliyorsun....
Ben tutuldum. Yazlık giysilerimle o soğuk havada, kafama kafama düşen buz tanelerine bıraktım kendimi.
Şimdi biliyorum sadece yağmurun özlemiydi o, belki biraz da bulutların hatrına...
Aşk değildi. Bitti.
Yine de...
Büyüleyiciydi beyaza bürünen çimler
ve eridikten sonra dolu taneleri, ne güzeldi burnuma gelen toprak kokusu...
19 Temmuz 2011 Salı
"Before Sunrise / Gün Doğmadan" aşkı hissetmek isteyenlere...
Selam sana, film seçerken dokuz doğuran filmsever.
Kendini ihtiyar gibi hisseden ama genç bilgisarıma, geçenlerde birkaç film indirmeyi başardım.
Senelerdir ismini anımsamaya çalışsam da bir türlü başaramadığım, çocukken delisi olduğum filmi nette araştırdım ve uzuuun bir süre sonra sonunda buldum.
"Drop Dead Fred / Bırak Onu Fred"
Ekşi sözlükte adını görünce "işte bu!" diye zıpladım. O an çocukluğuma geri döndüm sanki, çok mutlu oldum ve fena duygulandım ey blog :)
Konusu kısaca şu: Elizabeth küçük bir kızken "Drop Dead Fred" adlı hayali bir arkadaşa sahiptir. Yıllar geçer, Elizabeth büyür ama Fred hala onunladır. Ve doktorlar bu sanrıları geçirmek için ilaçla tedaviye başlarlar...
Her izleyişimde "Benim neden hayali arkadaşım yok? Bana neden hayali arkadaş almıyorsun anne?" diye isyan ederdim. Hey gidi günler.... :)
Bir de "Beetle Juice / Beter Böcek" vardır aklımda yer eden. Onu çoğunuz bilirsiniz zaten.
Sonra "Oz Büyücüsü" ne geldi sıra. Ne hayaller kurardım... Hortum gelsin evimizi uçursun diye dilemişliğim bile var :) Belki de bunu o kadar çok izlememeliydim küçükken, "Evim Gibisi Yok" sözünü fazla ciddiye aldım sanırım :)
Freudçuluk oynamayı bırakıp merak ettiğim birkaç filmi indirdim... Ama çok azını izledim şimdiye kadar. Galiba 'cepte' olarak görüyorum onları. Ve insan doğası işte, kaçmayanı kovalamak istemiyor... Onun yerine ne yapıyor blog'cum? Nette kendisine yüz vermeyen, takılma / bozuk çıkma ihtimali yüksek yüzlerce nazlı filmin arasında kendini kaybediyor ve müthiş kararsızlığını bir kez daha gösterek her gün iki saatini film seçmeye harcıyor...
Geçenlerde yine bu vaziyetteyim. Ve bu filmi gördüm!
"Before Sunrise / Gün Doğmadan"
Aradığım beni anlık keyfe boğan, hafif bir şeylerdi... Ama bu bambaşka çıktı! Aşk konulu yığınla film olsa da aşkı hissettireni çok zor bulunur. İşte bu da o nadir filmlerden.
En sevdiğim aşk filmini sorsanız "Moulin Rouge / Kırmızı Değirmen" derdim şimdiye kadar... Çok güzeldir. Görselliği, müzikleri falan da şahanedir ama dürüst olmak gerekirse, benim için filmi özel yapan "Ewan McGregor"un canlandırdığı Christian 'dır ve onun gözlerindeki ifade...
Ama bu başka... Kırmızı Değirmen'i aştı... Üstelik vurulduğum bir oyuncu da yok burda :)
1995 yapımı bu film diyalog üzerine kurulu. Julie Delpy'nin canlandırdığı Celine ve Ethan Hawke'in canlandırdığı Jesse'nin konuşmaları, arka fonda Viyana eşliğinde o kadar içten, doğal ve lezzetli ki.... Kendimi bazen bazı cümlelerin altını çizmek isterken yakaladım. Ve aktı gitti film...
Konusu kısaca şu: Celine ve Jesse bir trende tanışırlar ve Jesse, Celine'e, ertesi gün uçağa bineceğini ancak parası olmadığından sabaha kadar Viyana caddelerinde dolaşacağını söyler ve Celine'in kendisine eşlik etmesini ister. Ve onu trenden inmeye şu sözlerle ikna eder,
"Bunu söylemediğime pişman olabilirim. düşün şimdi, bundan yıllar sonra evlenmişsin ve çocukların olmuş. Hayatın monotonlaşmaya başlıyor, kocandan sıkılıyorsun. İşte o gün geriye bakıp hayatına giren adamları düşünüyorsun. Ben de onlardan biriyim. Farzet ki yıllar sonra bana evet demediğine pişman oluyorsun ve yaşayabileceğin şeyleri merak ediyorsun. Şimdi benimle burda trenden in ve hayır dersen neler kaçırabileceğimizi görelim."
Her sahnesi güzeldi ama bir tanesi beni benden aldı! Bir müzik marketin kabininde Kath Bloom'un "come here" şarkısını dinleyen iklinin, birbirlerine attığı kaçamak bakışlar..... izleyin! diyorum pişman olmazsınız :)
2004 senesinde devamı da çekildi filmin. "Before Sunset / Gün Batmadan" adı. O da çok güzeldi, gene sahici diyaloglar, gene içten paylaşımlar ama ilki başka...
Ve eğer Before Sunrise'ı izlemeye niyetiniz varsa, aman ha Before Sunset'i araştırmaya kalkmayın... Benden söylemesi...
Ama izleyin!
İzleyin!
İzleyin!
Ve izlettirin!!!
Kendini ihtiyar gibi hisseden ama genç bilgisarıma, geçenlerde birkaç film indirmeyi başardım.
Senelerdir ismini anımsamaya çalışsam da bir türlü başaramadığım, çocukken delisi olduğum filmi nette araştırdım ve uzuuun bir süre sonra sonunda buldum.
"Drop Dead Fred / Bırak Onu Fred"
Ekşi sözlükte adını görünce "işte bu!" diye zıpladım. O an çocukluğuma geri döndüm sanki, çok mutlu oldum ve fena duygulandım ey blog :)
Konusu kısaca şu: Elizabeth küçük bir kızken "Drop Dead Fred" adlı hayali bir arkadaşa sahiptir. Yıllar geçer, Elizabeth büyür ama Fred hala onunladır. Ve doktorlar bu sanrıları geçirmek için ilaçla tedaviye başlarlar...
Her izleyişimde "Benim neden hayali arkadaşım yok? Bana neden hayali arkadaş almıyorsun anne?" diye isyan ederdim. Hey gidi günler.... :)
Bir de "Beetle Juice / Beter Böcek" vardır aklımda yer eden. Onu çoğunuz bilirsiniz zaten.
Sonra "Oz Büyücüsü" ne geldi sıra. Ne hayaller kurardım... Hortum gelsin evimizi uçursun diye dilemişliğim bile var :) Belki de bunu o kadar çok izlememeliydim küçükken, "Evim Gibisi Yok" sözünü fazla ciddiye aldım sanırım :)
Freudçuluk oynamayı bırakıp merak ettiğim birkaç filmi indirdim... Ama çok azını izledim şimdiye kadar. Galiba 'cepte' olarak görüyorum onları. Ve insan doğası işte, kaçmayanı kovalamak istemiyor... Onun yerine ne yapıyor blog'cum? Nette kendisine yüz vermeyen, takılma / bozuk çıkma ihtimali yüksek yüzlerce nazlı filmin arasında kendini kaybediyor ve müthiş kararsızlığını bir kez daha gösterek her gün iki saatini film seçmeye harcıyor...
Geçenlerde yine bu vaziyetteyim. Ve bu filmi gördüm!
"Before Sunrise / Gün Doğmadan"
Aradığım beni anlık keyfe boğan, hafif bir şeylerdi... Ama bu bambaşka çıktı! Aşk konulu yığınla film olsa da aşkı hissettireni çok zor bulunur. İşte bu da o nadir filmlerden.
En sevdiğim aşk filmini sorsanız "Moulin Rouge / Kırmızı Değirmen" derdim şimdiye kadar... Çok güzeldir. Görselliği, müzikleri falan da şahanedir ama dürüst olmak gerekirse, benim için filmi özel yapan "Ewan McGregor"un canlandırdığı Christian 'dır ve onun gözlerindeki ifade...
Ama bu başka... Kırmızı Değirmen'i aştı... Üstelik vurulduğum bir oyuncu da yok burda :)
1995 yapımı bu film diyalog üzerine kurulu. Julie Delpy'nin canlandırdığı Celine ve Ethan Hawke'in canlandırdığı Jesse'nin konuşmaları, arka fonda Viyana eşliğinde o kadar içten, doğal ve lezzetli ki.... Kendimi bazen bazı cümlelerin altını çizmek isterken yakaladım. Ve aktı gitti film...
Konusu kısaca şu: Celine ve Jesse bir trende tanışırlar ve Jesse, Celine'e, ertesi gün uçağa bineceğini ancak parası olmadığından sabaha kadar Viyana caddelerinde dolaşacağını söyler ve Celine'in kendisine eşlik etmesini ister. Ve onu trenden inmeye şu sözlerle ikna eder,
"Bunu söylemediğime pişman olabilirim. düşün şimdi, bundan yıllar sonra evlenmişsin ve çocukların olmuş. Hayatın monotonlaşmaya başlıyor, kocandan sıkılıyorsun. İşte o gün geriye bakıp hayatına giren adamları düşünüyorsun. Ben de onlardan biriyim. Farzet ki yıllar sonra bana evet demediğine pişman oluyorsun ve yaşayabileceğin şeyleri merak ediyorsun. Şimdi benimle burda trenden in ve hayır dersen neler kaçırabileceğimizi görelim."
Her sahnesi güzeldi ama bir tanesi beni benden aldı! Bir müzik marketin kabininde Kath Bloom'un "come here" şarkısını dinleyen iklinin, birbirlerine attığı kaçamak bakışlar..... izleyin! diyorum pişman olmazsınız :)
2004 senesinde devamı da çekildi filmin. "Before Sunset / Gün Batmadan" adı. O da çok güzeldi, gene sahici diyaloglar, gene içten paylaşımlar ama ilki başka...
Ve eğer Before Sunrise'ı izlemeye niyetiniz varsa, aman ha Before Sunset'i araştırmaya kalkmayın... Benden söylemesi...
Ama izleyin!
İzleyin!
İzleyin!
Ve izlettirin!!!
25 Mayıs 2011 Çarşamba
hazan
ben..
yastığa başını koyduğunda, güne bile veda etmeyi başaramayan ben..
uykunun insanı yutan gücünden korkup göz altındaki morluklarda zamanı biriktiren..
ve seve seve yenilen geceye ..
tek ölmesin diye geçmiş.... hiç geçmesin diye...
ben...
gene bir garip hallerdeyim bugünlerde....
çok üşüyor ellerim...
mayısa rağmen hava serin, güneşin ardında saklanmış hazan...
Yazın kapımızı çalıp kaçtığı şu günlerde, eldivenle çıksam dışarı?
Ya da tüm yeşil yaprakları koparsam dalından?
Ya da tüm yeşil yaprakları koparsam dalından?
çünkü üşüyor ellerim..
sonbaharın ilk hecesini yutsam...
benim olsa o üç harf..
yağmur yağsa,
unutsam...
Bu eller az bana!
bir çift daha gerek.......
7 Şubat 2011 Pazartesi
Sungkyunkwan Scandal
Bu diziyi unutmak istiyorum!
Ardından gene izlemek....
Sevgili çekik-gözlü sevdalıları ve diğerleri...... Normalde kore dizileri dedin mi, kağnı hızıyla ilerleyen ben, kendi rekorumu kırmış bulunuyorum! Her gün 2şer 3er bölüm hüpleterek, bu diziyi kısa zamanda mideye indirdim... Ama dizi de diziydi hani... Tek kelimeyle bayıldımm! Fotoğrafını gördüğünüz dörtlü zaten süper! Ama şu da var baş roldeki kişilerin üstüne yıkılmamış dizi; yan karakterlerin, onların kendine has özelliklerinin sayesinde daha bi tadından yenmez olmuş...
Bitmesini hiiiiiiiiiiç ama hiç istemedim.. ama napalım, bilgisayara keydettiğim milyonlarca fotoğrafla yetinicem artık :)
Dizi 18. yüzyılda geçiyor. Bu arada belirtmeden geçemicem, kadınların giydiği geleneksel kıyafetlerden(hanbok) ben de istiyorum! Konuya dönersek, kızların eğitim hakkının olmadığı bu dönemde, Sungkyunkwan adında(kısaca skk diyelim) bir okul vardır. Çok akıllı bir kız olan Kim Yoon Hee
hasta erkek kardeşinin ilaç masraflarını karşılayabilmek için erkek kılığında kitaplar çevirmekte, ailesini böyle geçindirmektedir. Bir gün SKK sınavlarına girer... ve kazanır.... Öğrencilere verilen burs ve bedava ilaçlar nedeniyle tatlı mı tatlı kızımız, bu okula gider... bir skk öğrencisidir artık... ama kimse kız olduğunu öğrenmemelidir!
aşağıda küçük küçük spoiler'cıklar karşınıza çıkabilir, haberiniz ola...
Ve işte karakterler:
Kim Yoon Hee (Park Min Yeong)
Kardeşinin adıyla yani "Kim Yoon Shik" olarak sınava girer. Aslında amacı kopya satmaktır ama 3.başbakanın oğlu Lee Seon Joon'a yakalanır. Kurallara sıkı sıkıya bağlı olan suratsız Lee Seon Joon, bir şekilde, Kim Yoon Hee'deki zekayı farkeder ve Kim Yoon Hee onun vesilesiyle kendini skk öğrencisi olarak bulur. Daha sonra oda arkadaşı olurlar ve tahmin edebileceğiniz gibi kızımız bu çocuğa aşık olur.
Skk'da herkese bir lakap takılması adettendir. Kim Yoon Hee'nin lakabı da Daemul. Bu lakaplar sayesinde isimleri hatırlamak daha kolay oldu :)
Ben bu kızı çok doğal buldum ve çok sevdim! der diğer karaktere geçerimmm...
Lee Seon Joon (Micky Yoochun)
Suratsız, huysuz, ciddi, pek gülmeyen ve fazlasıyla kurallara bağlı bir tip. Dizi hakkındaki yorumlara bakıldığında, bu karaktere uyuz olan çok fazla. İlk başta ben "buna mı aşık olcak kız!" diye kendimce feryat etsem de, sonradan sevdim keratayı. Aslında Lee Seon Joon'daki değişimi sevdim ben, kızla yakıştırdım da.... kendine engel olamayışı, tatlı kıskançlıkları, hele romantik olma çabaları bence çok hoştu.... Kim Yoon Hee'ye gülümserken, o yüzündeki ifadeyi de sevdim çokça... ey aşk neler yaptırıyorsun insana beee....
Goo Yong Ha (Song Joong Ki)
Bu karaktere bayılmayan yok heralde.
Ama sevilmeyecek gibi değil. Çook eğlenceli, çok renkli, rahat... sıradan'ın tam tersi...
Bayağı çapkın kendisi, lakabı "Yeorim" bu yüzden. "Yeo"-kadın demek. "Rim" de çok :) en yakın dostu Moon Jae Shin'e (bakınız alttaki insanüstü kişilik) aşırı bi sevgisi ve bağı var... Zaten süper bi ikili bunlar, çıktıkları her sahnede mutlaka eğlendiriyolar! Sırf onlar için bile izlenir bu dizi....
Kendini beğenmiş bir ifadeyle "Ben Goo Yong Ha'yım" demesi meşhurdur. Kıyafete- renk uyumuna aşırı önem verir, elinden düşürmediği yelpazesiyle etrafı izler. Çok da zekidir. Hatta Kim Yoon Hee'nin kadın olduğunu daha ilk bölümden sezmiştir.
Dostu Moon Jae Shin'e takılmalarına, o süper göz atışına ve kendi etrafında dönüp Kaptan Jack Sparrow gibi salınışına..... ba-yıl-dım!
İzleyin, izlettirin, izlemeyenleri uyarın!
Moon Jae Shin (Yoo Ah İn)
Şimdiiiiii... Geldik kelimelerin kifayetsiz kaldığı yere.... Oğlummm, nesin sen, insan mısın? demek istiyorum... hele o yandan yandan gülüşü yok muuuuu.... Artık takipteyim, bırakmam peşini, bırakabilemem!
Neyse diziye dönelim... (yazar kişisi burda kafasını bi soğuk suya daldırıp geldi)
Lakabı "çılgın at" manasına gelen "Geol Oh"tur.. Çünkü çok agresiftir ve ağız burun dalabilir her an.. hor gören bakışlarıyla, tam asidir...garip bi tiki vardır; bi kadınla aynı ortamda bulunuyorsa, hıçkırmaya başlar.. böyle şahsına münhasır bi insandır kendisi :D
Lee Seon Joon ve Kim Yoo Hee'yle aynı odada kalmaktadır... ve o da Kim Yoon Hee'ye aşık olur.... ama karşılıksız aşkını kalbine gömer ve elinden geldiğince, esaskızımızın mutlu olması için çabalar....
sonra işte dizi biter...... "hadi tatile türkiyeye gideyim gezeyim göreyim" der.... yolu izmire düşer... hatta bana yol sorar falan.....
niden olmasın ha niden olmasın???
neyse saçmalamaya ara veriyorum.... sevdiğim bi iki yeri yazmazsam olmaz şimdi....
-bir atasözü falan söylendiğinde harflerin ekranda belirmesi çok hoşuma gitti... ah korece bilsem keşke, dedirtti
-"konfüçyüs der ki.." diye söze başlayan gözlüklü çocuk, ilk bölümde kendini profesör diye tanıtan öğrenci ve yağcı rektör de diziye ayrı bi renk katmışlar...çok komiklerdi :)
-yatak sahnelerinin her birine ayrı ayrı bayıldım... moon jae shin'in bizim deamul'un kız olduğunu öğrenince hıçkırmaya başlaması... ve bunun üzerine ağzına mendil midir nedir bir şeyler tıkıştırıp uyumaya çalışması... ve ve sonra lee seon joon'un da sırrı öğrenmesi üzerine, daemul'un nerde yatacağını tartışmaya başlamaları.... hele lee seon joon'un kıza gözleriyle kendi yanını işaret etmesi.... sonra yeorim'in gelip olaya noktayı koyması :)
izlemeyenler bir şey anlamamıştır heralde :D işte izleyin diye böyle karışık anlatıyoruz çocuum :D
buyrunuz ilgili iki foto :)
-moon jae shin'in habire tekrarladığı sözleri sevdim.. "yalan söyleme..çok yalan söylersen alışkanlık yapar... kimsenin önünde eğilme, alışkanlık olur..."
-bölüm 9... skk'a bi hırsız dadanmıştır... yeorim kendi kendine söylenir : "adi serseri, kıyafetleri alacaksa, birbirine uyanları alsaydı." :D
-bölüm 11... dakika 11.55... eşcinsellik davasından yırtan kim yoon hee, arkasındaki moon jae shin'e döner ve gülümser... bizim asi, ne yapacağını şaşırıp gözlerini kaçırır ama dayanamayıp kendi kendine gülümser... ve kalbim durur! tam 11.55te.. :)
-bölüm 17... lee seun joon, esaskızımıza: "sungyunkwan dan ayrıldıktan sonra bunların sona ereceğini mi söyledin? son diye bir şey yok. çünkü ben... her gün tekrar başa döneceğim."
-şunu da sevdim: 20. bölümden..kim yoon hee: "bir kere sözünüzden cayarsanız, sonrasında ilkini örtbas etmek için, sözünüzden yine cayarsınız. farkına varmadan kendinizi yolunu şaşırmış biri olarak bulursunuz. gitmek istediğiniz yönü bile unutursunuz."
-bıraksan sayfalarca resim, bilgi, ne varsa artık paylaşabilirim...sevdiğim birçok sahne geliyo aklıma... ama bu kadarı yeter sanırım.... sözün özü, bayıldım ben bu diziye, tadı damağımda kaldı.... son bölümde lee seon joon'un kırmızı kitabı kapması ve kim yoon hee'nin "daha ne kadar o kitaba bakmayı düşünüyorsun?" demesi beni kopardı... ve skk'da profesör olup da hala didişmelerine bayıldım!
-sarange! çingular..
:) hadi alın gitmeden son bi kıyak size :
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)