4 Ağustos 2011 Perşembe

aşk gibi değil gibi...

 
Tanımalama konusunda hiç iyi değilimdir. Ama insan hangi virüsü kaptığını, hangi hastalığa yakalandığını bilmeli ki, derman bulunsun değil mi? Gel gör ki blog, aşk kalıba gelmiyor...

Ne belirtileri tutuyor, ne yan etkileri, ne de doz aşımı halinde yapılabilecekler.

Sen yüzüne günbatımı vurmuş gibi gözlerini tatlı bir şekilde kısıp en romantik italyan aksanıyla diyorsun ki, "güneştir aşk" biri çıkıp gölgen oluveriyor. O zaman bir çeşit şapkadır diyorsun, şık ve zarif. Sonra yağmur başlıyor... tamam diyorsun, buldum, damlalar!

Ve yağmuru beklerken, hiç beklemediğin anda doluya tutulabiliyorsun....

Ben tutuldum. Yazlık giysilerimle o soğuk havada, kafama kafama düşen buz tanelerine bıraktım kendimi.

Şimdi biliyorum sadece yağmurun özlemiydi o, belki biraz da bulutların hatrına...

Aşk değildi. Bitti.

Yine de...

Büyüleyiciydi beyaza bürünen çimler
ve eridikten sonra dolu taneleri, ne güzeldi burnuma gelen toprak kokusu...


19 Temmuz 2011 Salı

"Before Sunrise / Gün Doğmadan" aşkı hissetmek isteyenlere...

Selam sana, film seçerken dokuz doğuran filmsever.

Kendini ihtiyar gibi hisseden ama genç bilgisarıma, geçenlerde birkaç film indirmeyi başardım.

Senelerdir ismini anımsamaya çalışsam da bir türlü başaramadığım, çocukken delisi olduğum filmi nette araştırdım ve uzuuun bir süre sonra sonunda buldum.

"Drop Dead Fred / Bırak Onu Fred"




Ekşi sözlükte adını görünce "işte bu!" diye zıpladım. O an çocukluğuma geri döndüm sanki, çok mutlu oldum ve fena duygulandım ey blog :)

Konusu kısaca şu: Elizabeth küçük bir kızken "Drop Dead Fred" adlı hayali bir arkadaşa sahiptir. Yıllar geçer, Elizabeth büyür ama Fred hala onunladır. Ve doktorlar bu sanrıları geçirmek için ilaçla tedaviye başlarlar...

Her izleyişimde "Benim neden hayali arkadaşım yok? Bana neden hayali arkadaş almıyorsun anne?" diye isyan ederdim. Hey gidi günler.... :)

Bir de "Beetle Juice / Beter Böcek" vardır aklımda yer eden. Onu çoğunuz bilirsiniz zaten.

Sonra "Oz Büyücüsü" ne geldi sıra. Ne hayaller kurardım... Hortum gelsin evimizi uçursun diye dilemişliğim bile var :) Belki de bunu o kadar çok izlememeliydim küçükken, "Evim Gibisi Yok" sözünü fazla ciddiye aldım sanırım :)

Freudçuluk oynamayı bırakıp merak ettiğim birkaç filmi indirdim... Ama çok azını izledim şimdiye kadar. Galiba 'cepte' olarak görüyorum onları. Ve insan doğası işte, kaçmayanı kovalamak istemiyor... Onun yerine ne yapıyor blog'cum? Nette kendisine yüz vermeyen, takılma / bozuk çıkma ihtimali yüksek yüzlerce nazlı filmin arasında kendini kaybediyor ve müthiş kararsızlığını bir kez daha gösterek her gün iki saatini film seçmeye harcıyor...

Geçenlerde yine bu vaziyetteyim. Ve bu filmi gördüm!

"Before Sunrise / Gün Doğmadan"




Aradığım beni anlık keyfe boğan, hafif bir şeylerdi... Ama bu bambaşka çıktı! Aşk konulu yığınla film olsa da aşkı hissettireni çok zor bulunur. İşte bu da o nadir filmlerden.

En sevdiğim aşk filmini sorsanız "Moulin Rouge / Kırmızı Değirmen" derdim şimdiye kadar... Çok güzeldir. Görselliği, müzikleri falan da şahanedir ama dürüst olmak gerekirse, benim için filmi özel yapan "Ewan McGregor"un canlandırdığı Christian 'dır ve onun gözlerindeki ifade...

Ama bu başka... Kırmızı Değirmen'i aştı... Üstelik vurulduğum bir oyuncu da yok burda :)

1995 yapımı bu film diyalog üzerine kurulu. Julie Delpy'nin canlandırdığı Celine ve Ethan Hawke'in canlandırdığı Jesse'nin konuşmaları, arka fonda Viyana eşliğinde o kadar içten, doğal ve lezzetli ki.... Kendimi bazen bazı cümlelerin altını çizmek isterken yakaladım. Ve aktı gitti film...

Konusu kısaca şu: Celine ve Jesse bir trende tanışırlar ve Jesse, Celine'e, ertesi gün uçağa bineceğini ancak parası olmadığından sabaha kadar Viyana caddelerinde dolaşacağını söyler ve Celine'in kendisine eşlik etmesini ister. Ve onu trenden inmeye şu sözlerle ikna eder,

"Bunu söylemediğime pişman olabilirim. düşün şimdi, bundan yıllar sonra evlenmişsin ve çocukların olmuş. Hayatın monotonlaşmaya başlıyor, kocandan sıkılıyorsun. İşte o gün geriye bakıp hayatına giren adamları düşünüyorsun. Ben de onlardan biriyim. Farzet ki yıllar sonra bana evet demediğine pişman oluyorsun ve yaşayabileceğin şeyleri merak ediyorsun. Şimdi benimle burda trenden in ve hayır dersen neler kaçırabileceğimizi görelim."

Her sahnesi güzeldi ama bir tanesi beni benden aldı! Bir müzik marketin kabininde Kath Bloom'un "come here" şarkısını dinleyen iklinin, birbirlerine attığı kaçamak bakışlar..... izleyin! diyorum pişman olmazsınız :)

2004 senesinde devamı da çekildi filmin. "Before Sunset / Gün Batmadan" adı. O da çok güzeldi, gene sahici diyaloglar, gene içten paylaşımlar ama ilki başka...

Ve eğer Before Sunrise'ı izlemeye niyetiniz varsa, aman ha Before Sunset'i araştırmaya kalkmayın... Benden söylemesi...

Ama izleyin!
İzleyin!
İzleyin!

Ve izlettirin!!!

25 Mayıs 2011 Çarşamba

hazan


ben..

yastığa başını koyduğunda, güne bile veda etmeyi başaramayan ben..
uykunun insanı yutan gücünden korkup göz altındaki morluklarda zamanı biriktiren..
ve seve seve yenilen geceye ..
tek ölmesin diye geçmiş.... hiç geçmesin diye...

ben...

gene bir garip hallerdeyim bugünlerde....
çok üşüyor ellerim...

mayısa rağmen hava serin, güneşin ardında saklanmış hazan...
Yazın kapımızı çalıp kaçtığı şu günlerde, eldivenle çıksam dışarı?
Ya da tüm yeşil yaprakları koparsam dalından?

çünkü üşüyor ellerim..

sonbaharın ilk hecesini yutsam...
 benim olsa o üç harf..
 yağmur yağsa,
 unutsam...

Bu eller az bana!
bir çift daha gerek.......

 

7 Şubat 2011 Pazartesi

Sungkyunkwan Scandal



Bu diziyi unutmak istiyorum!
Ardından gene izlemek....

Sevgili çekik-gözlü sevdalıları ve diğerleri...... Normalde kore dizileri dedin mi, kağnı hızıyla ilerleyen ben, kendi rekorumu kırmış bulunuyorum! Her gün 2şer 3er bölüm hüpleterek, bu diziyi kısa zamanda mideye indirdim... Ama dizi de diziydi hani... Tek kelimeyle bayıldımm! Fotoğrafını gördüğünüz dörtlü zaten süper! Ama şu da var baş roldeki kişilerin üstüne yıkılmamış dizi; yan karakterlerin, onların kendine has özelliklerinin sayesinde daha bi tadından yenmez olmuş...

Bitmesini hiiiiiiiiiiç ama hiç istemedim.. ama napalım, bilgisayara keydettiğim milyonlarca fotoğrafla yetinicem artık :)

Dizi 18. yüzyılda geçiyor. Bu arada belirtmeden geçemicem, kadınların giydiği geleneksel kıyafetlerden(hanbok) ben de istiyorum! Konuya dönersek, kızların eğitim hakkının olmadığı bu dönemde, Sungkyunkwan adında(kısaca skk diyelim) bir okul vardır. Çok akıllı bir kız olan Kim Yoon Hee
hasta erkek kardeşinin ilaç masraflarını karşılayabilmek için erkek kılığında kitaplar çevirmekte, ailesini böyle geçindirmektedir. Bir gün SKK sınavlarına girer... ve kazanır.... Öğrencilere verilen burs ve bedava ilaçlar nedeniyle tatlı mı tatlı kızımız, bu okula gider... bir skk öğrencisidir artık... ama kimse kız olduğunu öğrenmemelidir!

aşağıda küçük küçük spoiler'cıklar karşınıza çıkabilir, haberiniz ola...

Ve işte karakterler:

Kim Yoon Hee (Park Min Yeong)

Kardeşinin adıyla yani "Kim Yoon Shik" olarak sınava girer. Aslında amacı kopya satmaktır ama 3.başbakanın oğlu Lee Seon Joon'a yakalanır. Kurallara sıkı sıkıya bağlı olan suratsız Lee Seon Joon, bir şekilde, Kim Yoon Hee'deki zekayı farkeder ve Kim Yoon Hee onun vesilesiyle kendini skk öğrencisi olarak bulur. Daha sonra oda arkadaşı olurlar ve tahmin edebileceğiniz gibi kızımız bu çocuğa aşık olur.
Skk'da herkese bir lakap takılması adettendir. Kim Yoon Hee'nin lakabı da Daemul. Bu lakaplar sayesinde isimleri hatırlamak daha kolay oldu :)
Ben bu kızı çok doğal buldum ve çok sevdim! der diğer karaktere geçerimmm...

Lee Seon Joon (Micky Yoochun)

Suratsız, huysuz, ciddi, pek gülmeyen ve fazlasıyla kurallara bağlı bir tip. Dizi hakkındaki yorumlara bakıldığında, bu karaktere uyuz olan çok fazla.  İlk başta ben "buna mı aşık olcak kız!" diye kendimce feryat etsem de, sonradan sevdim keratayı. Aslında Lee Seon Joon'daki değişimi sevdim ben, kızla yakıştırdım da....  kendine engel olamayışı, tatlı kıskançlıkları, hele romantik olma çabaları bence çok hoştu....  Kim Yoon Hee'ye gülümserken, o yüzündeki  ifadeyi de sevdim çokça... ey aşk neler yaptırıyorsun insana beee....







Goo Yong Ha (Song Joong Ki)
Bu karaktere bayılmayan yok heralde.
Ama sevilmeyecek gibi değil. Çook eğlenceli, çok renkli, rahat... sıradan'ın tam tersi...
Bayağı çapkın kendisi, lakabı "Yeorim" bu yüzden. "Yeo"-kadın demek. "Rim" de çok :) en yakın dostu Moon Jae Shin'e (bakınız alttaki insanüstü kişilik) aşırı bi sevgisi ve bağı var... Zaten süper bi ikili bunlar, çıktıkları her sahnede mutlaka eğlendiriyolar! Sırf onlar için bile izlenir bu dizi....

Kendini beğenmiş bir ifadeyle "Ben Goo Yong Ha'yım" demesi meşhurdur. Kıyafete- renk uyumuna aşırı önem verir, elinden düşürmediği yelpazesiyle etrafı izler. Çok da zekidir. Hatta Kim Yoon Hee'nin kadın olduğunu daha ilk bölümden sezmiştir.

Dostu Moon Jae Shin'e takılmalarına, o süper göz atışına ve kendi etrafında dönüp Kaptan Jack Sparrow gibi salınışına..... ba-yıl-dım!
İzleyin, izlettirin, izlemeyenleri uyarın!

Moon Jae Shin (Yoo Ah İn)
Şimdiiiiii... Geldik kelimelerin kifayetsiz kaldığı yere.... Oğlummm, nesin sen, insan mısın? demek istiyorum... hele o yandan yandan gülüşü yok muuuuu.... Artık takipteyim, bırakmam peşini, bırakabilemem!

Neyse diziye dönelim... (yazar kişisi burda kafasını bi soğuk suya daldırıp geldi)

Lakabı "çılgın at" manasına gelen "Geol Oh"tur.. Çünkü çok agresiftir ve ağız burun dalabilir her an.. hor gören bakışlarıyla, tam asidir...garip bi tiki vardır; bi kadınla aynı ortamda bulunuyorsa, hıçkırmaya başlar.. böyle şahsına münhasır bi insandır kendisi :D


Lee Seon Joon ve Kim Yoo Hee'yle aynı odada kalmaktadır... ve o da Kim Yoon Hee'ye aşık olur.... ama karşılıksız aşkını kalbine gömer ve elinden geldiğince, esaskızımızın mutlu olması için çabalar....

sonra işte dizi biter...... "hadi tatile türkiyeye gideyim gezeyim göreyim" der.... yolu izmire düşer... hatta bana yol sorar falan.....

niden olmasın ha niden olmasın???

neyse saçmalamaya ara veriyorum.... sevdiğim bi iki yeri yazmazsam olmaz şimdi....

-bir atasözü falan söylendiğinde harflerin ekranda belirmesi çok hoşuma gitti... ah korece bilsem keşke, dedirtti

-"konfüçyüs der ki.." diye söze başlayan gözlüklü çocuk, ilk bölümde kendini profesör diye tanıtan öğrenci ve yağcı rektör de diziye ayrı bi renk katmışlar...çok komiklerdi :)

-yatak sahnelerinin her birine ayrı ayrı bayıldım... moon jae shin'in bizim deamul'un kız olduğunu öğrenince hıçkırmaya başlaması... ve bunun üzerine ağzına mendil midir nedir bir şeyler tıkıştırıp uyumaya çalışması... ve ve sonra lee seon joon'un da sırrı öğrenmesi üzerine, daemul'un nerde yatacağını tartışmaya başlamaları.... hele lee seon joon'un kıza gözleriyle kendi yanını işaret etmesi.... sonra yeorim'in gelip olaya noktayı koyması :)

izlemeyenler bir şey anlamamıştır heralde :D işte izleyin diye böyle karışık anlatıyoruz çocuum :D
buyrunuz ilgili iki foto :)






-moon jae shin'in habire tekrarladığı sözleri sevdim.. "yalan söyleme..çok yalan söylersen alışkanlık yapar... kimsenin önünde eğilme, alışkanlık olur..."

-bölüm 9... skk'a bi hırsız dadanmıştır... yeorim kendi kendine söylenir : "adi serseri, kıyafetleri alacaksa, birbirine uyanları alsaydı." :D

-bölüm 11... dakika 11.55... eşcinsellik davasından yırtan kim yoon hee, arkasındaki moon jae shin'e döner ve gülümser... bizim asi, ne yapacağını şaşırıp gözlerini kaçırır ama dayanamayıp kendi kendine gülümser... ve kalbim durur! tam 11.55te.. :)

-bölüm 17... lee seun joon, esaskızımıza: "sungyunkwan dan ayrıldıktan sonra bunların sona ereceğini mi söyledin? son diye bir şey yok. çünkü ben... her gün tekrar başa döneceğim."

-şunu da sevdim: 20. bölümden..kim yoon hee: "bir kere sözünüzden cayarsanız, sonrasında ilkini örtbas etmek için, sözünüzden yine cayarsınız. farkına varmadan kendinizi yolunu şaşırmış biri olarak bulursunuz. gitmek istediğiniz yönü bile unutursunuz."



-bıraksan sayfalarca resim, bilgi, ne varsa artık paylaşabilirim...sevdiğim birçok sahne geliyo aklıma... ama bu kadarı yeter sanırım.... sözün özü, bayıldım ben bu diziye, tadı damağımda kaldı.... son bölümde lee seon joon'un kırmızı kitabı kapması ve kim yoon hee'nin "daha ne kadar o kitaba bakmayı düşünüyorsun?" demesi beni kopardı... ve skk'da profesör olup da hala didişmelerine bayıldım!

-sarange! çingular..

:) hadi alın gitmeden son bi kıyak size :


4 Ocak 2011 Salı

öykücük: "Şemsiyesiz Leydi"




Oturdu deniz kenarına ve omzundaki tüm yükleri bıraktı sahile.
Kış her zaman merhametli davranırdı bu şehre ama bu yıl, kıskanmıştı belli ki yazın hükümdarlığını, daha sert sarılıyordu İzmir’e. Buz gibi bir rüzgâr okşadı ensesini.

Isıtmaya yetmiyordu ince ceketi. Kız yine de düğmelerini iliklememiş, sere serpe yayılmıştı taş banka. Canlandırıcı bir etkisi olduğunu düşünüyordu azıcık üşümenin, seviyordu bu mevsimin tatlı sert havasını.

Aklına kısa görüntüler sızdı.
Gülüyordu ona adam. Anlamsızdı konuşmaları ama önemli olan sözler değildi o an, sadece konuşmaktı. Ve seslerine sinmiş hazzı duyurmak birbirlerine…
Hiç kimse ona böyle bakmamıştı daha önce, böylesine görmek isteyerek…

Kitaplar okuyordu kız; başrolde kontlar vardı, dükler, lordlar… Ortak noktaları özgüven sahibi, zeki ve eğlenceli olmalarıydı. Çoğu sivri dilliydi. Kız bazı yönlerden onlara benzetiyordu adamı. Çok fazla gülüyordu onunlayken, kimi zaman rahatsız da oluyordu söylediklerinden. Zeki olduğuysa su götürmez bir gerçekti.

Daha önce kızdan hoşlananlar olmuştu, hatta onu sevenler, ona âşık olanlar, gözlerinde malum pırıltılarla bakanlar. Hepsi yaşadıkları o duyguya kapılmıştı ya da güzel bir yüze en fazla. Ama hiçbiri onun gerçekte kim olduğunu merak etmemişti böylesine, hatta kızın kendisi bile…

Aklının en çok güneş alan odaları gene aydınlandı ve adamın yüz ifadelerinden oluşan bir nehir akmaya başladı. Keyif sandalına binip kısa bir gezinti yaptı kız üstünde. Adamın bir şeyler arayan gözlerine çarptı ilk önce. Sahte bir ciddiyet varken suratında, kalkan sağ kaşına denk geldi. Gülmemeye çalıştığı için seğiren dudaklarının yanından geçti. Hiç kahkaha attığını görmemişti ama sessiz gülüşü içtendi.

Gök tereddütle gürledi, çok geçmeden bir damla düştü başına.
Diğerleri de özletmeden indi hızla.
Yağmurda ıslanmaya bayılıyordu kız.
Denizin suyu içişini, doğanın seslerini ve koşmaya başlayan insanları izlerken gülümsedi.
Biliyordu gerçeği.
Her ne kadar itiraf etmek istemese de farkındaydı.
Aşık değildi.
Gün ışığı gibiydi adam. Duvarları yıkan, perdeleri aşan cinsten. Ruhu sevmişti, beyni onaylamıştı. Ama işte göğüs kafesinin ardındaki, ne durmuş ne de hızlanmıştı.
Kalktı kız. Üşüyordu.
Ceketini çıkarınca aldığı keyif ikiye katlandı.

Kontlar vardı bir de onların leydileri…
Bu adamsa, başka bir kitabın kahramanıydı; belki de kız kendi hikâyesinde değildi, kim bilir…

Damlalar ilkel bir sahiplenmeyle sardı her yanını. Başını göğe kaldırdı ve “hasta olacağım” diye düşündü. Ama güneş ışığı istemiyordu o.
Yağmur düşerken yüzüne, tebessüm melekleri öptü dudaklarını.
Gözlerini kapattı.
Biliyordu.
İçin değil rağmen'di. Hasta olacağını bile bile ıslanmaktı.
Aşk tam da buydu işte.

2 Ocak 2011 Pazar

öykücük: "körüklü zaman"



Saçları dalgalı ve uzun. Gözleri iki kömür parçası; gözgöze gelenler ya sönmüş derler, ya da hiç becerememiş tutuşmayı. Güzel aslında ama yüzü gizler bu güzelliği.

Kahkaha atmayı sever ama basit bir tebessüm emanet gibi durur yüzünde; ağzı usulca kıvrılırken bilmez nereye sapacağını, sağ elle yazmaya çalışan bir solak misali, yolunu şaşırır dolgun dudakları. Doğuştan yeteneksizdir sanki gülümsemeye.

Kırmızıyı çok sevse de siyah giyer hep, tercih etmez görünür olmayı.

Sessiz, sakin ve ateş tenli.
Eskiden beri anlaşamaz kendisiyle. Bu yüzden hep kalabalıktır içi.

Yemekle arası yok pek ama iki eli kanda olsa, kahvaltı yapmadan çıkmaz evden. Sonu mutsuz biten filmleri, dizileri izlemeyi sevmez. Aynı zamanda mutlu sonlara da inanmaz. Ağlamaz pek ama ağladı mı da susturamaz onu kimse. Bugüne değildir çünkü ağıdı. "İki hafta önce ağlamıştı." der kardeşi. "Dün de ağlamıştı, hatta iki saat evvel de ağlıyordu... ama şimdi akıyor gözyaşları."

Kardeşiyle anlaşamaz ama bağlıdırlar birbirlerine. Annesinin yeri ayrıdır kalbinde; sırlarını paylaştığında dostu olmuştur o, anlamsız şeylere kahkahalarla güldükleri zaman en yakın arkadaşı, bir kavgaya daldıkları zaman düşmanı olmuştur, babası söz konusuysa rakibi.

Saat iki.
Körüklü halk otobüsünde oturduğu yere sinmiş, üstüne yığılan kalabalıktan rahatsız, dışarıyı izleyen biri var şimdi.
Sessiz, sakin ve ateş tenli.
Akordiyon misali kıvrılan otobüsten kulağına dolan sesler, uykusunu getiriyor. Bu aralar her şey uykusunu getiriyor zaten.
Tek isteği eve gidip annesine sarılmak. Burnunu boynuna gömüp onun o annelere has kokusunu içine çekmek ve saklanmak dünyadan. Çünkü gereğinden fazla büyüdü o.

Ama otobüs durağa yaklaşınca, yerinden kalkacak ve dengesini sağlamak için tutunacak bastonuna. İndikten sonra, yamulmuş gözlüğünü ve başındaki yazmayı düzeltecek. Eve gidip yan dairede oturan kızının bir önceki gün getirdiği çorbayı içecek. Oğluyla torunu gelecek sonra. Küçük çocuk onu görür görmez koşup elini öpecek, kadın da harçlığını verecek ona. Duvardaki fotoğrafı gösterip "Kim bu babaanne?" diye soracak yüzüncü kez.
"Benim." diyecek ateş tenli kadın belki bininci kez, çerçevenin içinde hapsolan zamana bakıp.

Şimdi saat iki buçuk.
Otobüs durağa yanaşmak için dönüyor. Bekliyor kadın.
Başı dönüyor. Dünya dönüyor. Çocukluğu koşup sarılıyor annesine.
Sendeliyor kadın.
Dünya dönmeye devam ediyor.
 .......
 ....
 ..
  .



göz kapaklarımın üstüne oturmuş iki fil
hortumları dolanmış birbirine
meşk ediyor gündüzle gece
gün, geçmişin artıklarına gebe.
dün beni terketmiyor cancağzım,
bugün yeni kelime doğuramaz ağzım.