26 Aralık 2010 Pazar

2010'a kuşbakışı



Yeni yıla 5kala, bu yılın anotomisini bir çıkarayım dedim... Neler yaşamışım, ne yapmışım bi bakasım geldi 2010'a...

İlk olarak yılbaşı kararlarıma bakıyorum... ve inatla aksi istikamette yürüdüğüm için kutluyorum kendimi :D
Resmen çabalamışım, tam tersini yapayım diye, büyük başarı... Ama bu sene de alınacak o kararlar, zaten uygulaması değil, o yenilenme hissi güzel :)

Malum yılın çoğu bomboştum...  Dersanenin başlamasına daha aylar var.... O zamana kadar ne yapsam da vakit geçirsem, telaşındayım...

Bıraksalar yine eve kapanıp kitap-yazı-inernet partileri vericem tek kişilik.... Ama bırakmadılar sevgili blog :D Kuzenle birlikte, Ocak ayında zayıflama aşkıyla dolup taşarak, aerobiğe gitmeye başladık.... Belediyenin düzenlediği bedava kurslardan... İlk önceleri çok eğlenceliydi... Arada göbek de atıyorduk... "Kurabiye yapan yan komşu" tadında teyzelerle kanka olduk... "Zeyna" dediğimiz, hareketlere başladı mı "dağılın ulen" havası estiren, vücudu çok iyi olan bir kız vardı bir de, gözü ondaydı herkesin.... Ha bir de hamile vardı, enemmm, ödümüz koptu çocuk terki diyar eyliyecek diye.... Hiç korkmadan bizle yarıştırıyordu kadın kendini....

Aradan birkaç ay geçtiiiii.... Bembeyaz saçlı teyzemize bile yetişemez olduk.... Biz de bu hezimete dayanamayarak bıraktık kursu..... Şaka şaka, sıkıldık çok.... Ama dönüşte yaptığımız yemek muhabbetleri çok iyiydi... Ben en çok simit ayran ikilisini hayal ediyordum.... Of, bak gene canım istedi....

ilk kez kış mevsiminde yüzdüm, Ocak ayında.... Tepede yıldızlar, ılık havuz ve buzzz gibi gece.... Bir başkaydı be...

Kuzenle kabin gezileri yaptık birkaç kez... Alamıyoruz ama denemekten de vazgeçmiyoruz hani.... Sevmem sanıyordum alışverişi ama, böyle kafana uyan kişilerle gidince, çok zevkli oluyormuş....

Elime ne zaman para geçse, kendimi kitaba verdim.... Bu yüzden de o güzelim kıyafetleri denemekle yetindim sadece....

Yazmaya çalıştığım bir roman vardı (öss sonrası devam edicem inşallah).... Onu kuzene okuttum ilk kez, beğendi.... Ama heyecanlandım o okurken.... Şimdi okuyorum, yavan geliyor, ama bu iyi bir şey tabi... Gelişmişim az buçuk :))

Kendi romanımdaki Cem karakterine abayı yaktım... Bunun çaresi var mıdır, psikolojide tanısı nedir bilen beri gelsin :D

Şubat'a gelelim.... Dostlarımdan birinin doğum günüydü... Ona şiir yazıldı... Sizinle de paylaşayım hatta :)

Zor şimdi
Bir omuz olmak ağlayana
Çığlığını duyunca
El vermek başkasına.

Zor şimdi
Topala ayak, köre göz
Dosta kardeş olmak;
Dipsiz bir gecede yıldız
Yıldızsız bir gecede masal olmak
Karanlıktan korkana.

Zor şimdi, çok zor
Senin gibisini bulmak.

Bunları bana yazdırtan dostlarıma burdan tekrar sevgülerrr gönderiyorum...  Farklı kandan kardeşlerimsiniz benim!

Şubat ayında, Niğde'de okuyan  Dadlum da geldi.... Onun sayesinde habire gezdim, hiç adetim olmamasına rağmen eve giresim gelmedi.... "Azıcık dışarı çık... Bilgisayarı bırak!" diyen bizimkilerin bu sözlerinin yerini "ne çok gezdiğime" dair söylenmeler aldı.... ve 2010 Şubat, tarihe altın harflerle kazındı... :D O gün bugündür, tarih "tekerrür ederim" iddiasında bulunmaktan kaçıyor sevgili okuyan :)

İzmir Fotoğraf kulübünün düzenlediği Birgi Gezisine gittik kuzenle.... Tahmin edebileceğiniz gibi, kuzenim ayarladı gene, bana kalsa evim evim güzel evim der sabahlarım gene bilgisayarımla..
Bir gittik, milletin elinde uzaydan gelme makineler, bendeyse nokya konektın pipıl.... Onların arasında komik görünsem de kendime göre güzel fotoğraflar çektim... Hemi de çok eğlendim! :))

Ödemiş'te Deve Güreşi izlemeye gittik.... Ezilme tahlikesi geçirdik ciddi ciddi... Dışkısını kuyruğuyla cümle aleme yayan zaarif develerden kaçar gibi uzaklaştık sonra....

Bazı kişilerin öyle bir havası vardı ki.....  "makine benden ötürü Canon, benim ellerim yüzünden Nikon bu... Kadraja giren her manzaranın yaratıcısı benim... çekil ayağımın altından sefil yaratık!" kıvamındaydı bakışları falan..... Güldük geçtik... ve çekildik yüce zeusun önünden...

Bir arada buluşma yerini adam gibi söylemedikleri için, kaybolduk.... Sora sora bulduk Allah'tan.... Zira başımızdaki adam bizi almadan gidebilecek tipte biriydi... hatta dönüşte bu görüşümüzü onayladı kendisi...

"eksik var mı?" diye sordu.. hemen sonra "neyse olan da otobüse biner gelir..." diye ekledi.... rahatlığa bakar mısınız? Adamı heç hazetmedim.... Yine de kuzenle biz eğlendik, çok güzel geçti gezi... :)

Mart gibi internete iyice takıldı.... forum, face... sonracığıma cizbakalım.com... Bu siteden çıkmaz oldum, bayağı bir sürdü o hevesim, çizdim-bildim eğlendim :)

Nisan oldu... Kitap fuarına gittik arkadaşlarla... piknik keyfi yaptık İzmir fuarının çimlerine oturup... Patates salatası, kısır, brownie... Çok eğlenceliydi....

Bir ara çiçekçilerden biri dadandı bize.... "evet, teyze evlenicez biz" dedim gül uzattığı arkadaşımı kastederek... bir dahaki sefere, kız arkadaşımı gösterip "biz sevgiliyiz" demeyi düşünüyorum... suratlarının halini merak ediyorum :D

Benim oyuncağıma, Kamikazeye bindik sonra... Yanımdaki kızın "ölmicez demi? Düşmicez demi?" diye haykırması hala kulağımda.... ama asıl hoşuma giden, binmeden önce hava yapıp laf atan ergenin, tepedeyken "annecim!" şeklindeki nidalarıydı..... nihahaha :D

bir banka oturduk, 10 yıl sonra nerede olacağımızı hayal etmeye başladık.... Ve 10 yıl sonra, yollarımız ayrılsa da ayrılmasa da buluşmaya karar verdik kuğulu havuzun orda... 23 Nisandı günlerden...

Yollarımız hiç ayrılmasın dedik... :)

Mayıs oldu.... Yazlığa gittik birkaç günlüğüne... Yazlık dediğime bakma, gecekondu misali, dökülüyor resmen... ama benim için önemli... kendimi bildim bileli var çünkü yazlık... Bir de benim roman orda geçiyo... Merdivenlerde oturup Cem'i bekledim... gelen olmadı :D

Bol içtik, keyif yaptık... Bir de içkili kafayla yazmayı çok seviyorum ben.... Bağsız, ipsiz, özgür bir şekilde değerlendiriyorum kendimi, günü, dünyayı... Öyle sorgulayıp yazıyorum, sonra okuması çok zevkli oluyor, şiddetle tavsiye ederim... :D

İlkokul arkadaşımı, soyaddaşımı, akrabamı askere yolladık Mayıs'ta... Çok garip bir histi.... Hüzünlendim... Büyüdük be...

Haziran gibi Canan Tan'ı okumaya başladım... Bir kitabın ilk sayfası açtım ve "tebrikler! Boğaziçi Psikolojiyi kazandınız." demesiyle, güldüm kendi kendime... Kız bir de İzmir'li benim gibi... Sonraki romana geçtiim... Ta-ta ta-tam!... Bir kız var, bir de erkek... kitabın üçüncü karakteriyse Bursa...
Haziran'da da bilidiğiniz üzere, Bursaspor şampiyon oldu... Ben Uludağı bıraktım, takım şampiyon oldu yaaa... :D Buna da algıda seçicilik de denmez artık değil mi? :D

Ve ve veeee Temmuz.... Paraşüt Kursuna gittim, Eskişehir'e.... Bu kısmı sana daha sonra anlatıcam, uzuun uzuuuun... :) Uçtum ve ayaklarım yere basmasın istedim, o kadarını söyleyeyim :)

Ağustos yazlık-anneannemin kampı-ev arasında geçti... Boys Over Flowers izlenmeye başlandı... Blogda bir adet izleyicim oldu... Tv'de paraşüt reklamları iki tane oldu... izle, izle gözlerim doldu... Temmuzdaki halimi, kendimi kıskandım :DD

Eylül'de.... Kuzen, tiyatro bölümü için sınavlara girdi.. Ben de gittim destek amaçlı... Değişik bir tecrübe oldu benim açımdan... Acayip tipler var, ağzını yayanlar, cinsiyetini hala kavrayamadıklarım... Tam tikiler...

Kuzenim elendi maalesef... Kızın biri  biyoloji okuyormuş, tiyatro istediği için ara vermiş...  5-6 hocayla çalışmış yıl boyu, hocalardan 3ü bedava vermiş kursu... "sen kesin kazanırsın, mezun ol, sonra beraber çalışalım." diyerek.... Ama o da elendi... Üzüldümm... Garip garip kişiler kazanınca da torpil mi dönüyor gene diye düşündük...

Gelelim 20 eylüle... Arkadaşlarla Karşıyaka'da toplandık... Vapurla dönerken, bir arkadaş, çalışanların olduğu kısımda gözden kayboldu.. Elinde kuru pasta vardı, onu ikram edicekmiş bize.... Sonra çağırdı hepimizi içeri... Girdik...
Bir baktım herkes, tanımadığım 3-4 adam da dahil "iyi ki doğdun!" diye bağırıyor bana bakarak..... Meğer erken bir doğum günü kutlaması hazırlamışlar benim için :D İyi ki yapmışlar, gerçek doğum günümde de kutlamak nasip olmadı :D
Denize bakarak yedik avucumuzda tuttuğumuz pastayı... Karşımızda İzmir, deniz ve yıldızlar.... Sonsuza kadar sürsün istedim :D En güzel doğum günüm müydü ne? :DD
Konak'ta da biraz oturduk, şarkılar söyledik... Ve hayatımda hiç gitmediğim kadar geç gittim eve... Neyse ki, affedildim, babam ses etmedi :D

Ekim... Gözlerimm... Benim güzel gören gözlerimmm :D mikrop kaptı ve tamamen geçmesi bir buçuk ayı aştı... Çıldıracak hale geldim ama :D

ve Kasım, dersaneyi ekmemeye çalıştım, uyku düzenimi sağlamaya çalıştım, çalışmaya çalıştım... Bir arpa boyu yol alamadım... Asosyalliğimi aşmaya, dışarıyı sevmeye çalıştım, bak onda bir arpa boyu yol aldım :D

Aralık... Babam geçenlerde bir dizide oynadı... ünlü oluyoruz anlayacağın... aileden birini ekranda görmek acayip bir şeymiş... enemmm, çok heyecanlandık :D güzel de yaptı rolünü :))

2010 dan aklımda kalan anılar böyle işte :)) Sevdim ben bu seneyi :) Darısı 2011'in başına :) Daha da güzelleri, senin başına blogseverrrr! :)

meriii kırismıs der giderim....

22 Aralık 2010 Çarşamba

"iyiyim de senene?"


Gıcık değil mi?
Bence gıcık... bir önceki yazı, azıcık gıcık...
"merhaba nasılsınız efenim?" başlığının altındaki harf öbeğinden bahsediyorum, sevgülü okuyan...
o yazıyı yazdım... son paragrafta da pollyanna tadında alaya aldım kendimi...  ama beni rahatsız eden bir şey vardı yine de... sanki, teoride olan bir bakış açısı gibi duruyor... tamam, insanlığı toptan severim de... sanki herkesi istisnasız sevebilirmişim gibi...

george bush adlı, kuklacı kukla, bir laf etmiş bir keresinde: "kendime özgü görüşlerim var. fakat bu görüşlerle her zaman aynı görüşte değilim." diye.. o misal benimki de....

bir de yazasım geliyor diyelim, kafam boşsa, öyle ekrana bakıp kalıyorum...  sonra kelimeler kıvrılıp bükülüyorlar, başka anlamları çağırıyorlar benden habersiz... ama ortaya çıkan sonuç, içime sinmiyor bazen...

bu yüzden "iyiyim de senene?" diye cevap veriyorum kendime.
bu yazı da kafamı dişleyen özzebanime ithaf ola!

sevgülü okuyan ve "bu ne diyo gene?" diye bakan kişi... durum şöyle:

herkesin ayrı yolu var ve o yolda yaşıyor hayatını, düşüyor, kalkıyor, öğreniyor... kolayca yargılama bu yüzden... ödülüyle, bedeliyle herkes yaşamaya çalışıyor çünkü... diyerek hareket ediyor elim kolum, beynim, beyinciğim, hipotalamusum...

millete jest olsun diye mi?

hayır tabi...

bedenim, beynim öyle davranıyor çünkü işlerine geliyor... çünkü rahatlar böyle... kafam rahat... hem insan dünyayı daha bir güzel görüyor o zaman... daha mutlu oluyor...

"herkesi sev" gibi duruyor sanki değil mi?

cık... değil... melek miyim canım ben?

arkamdan dolaplar çeviren kadını nasıl seveyim?

sevmeyi geç... şizomun yaptığı gibi kolay affediyor muyum peki?

bilmiyorum... insanları bana rahatlıkla zarar verebilecekleri mesafeye sokuyorum o kesin... bir darbe aldığımda ne yapıyorum peki? 

öfke duyuyorum önce, büyük öfke... ah bu öfkeyi, o kişiye yöneltebilsem.... yapmalıyım belki ama yapamıyorum...
sonra o insanı uzak tutmak istiyorum kalbimden...

nefret de etmemeye çalışıyorum... biliyorsun, nefret edince olan sana oluyor gene... sinirler laçka, öfke sürekli maksimumda falan... sen mutlu ol olabilirsen sonra....

bu konuda da kafam kurmuş gene kendine lüks bir ev... o evdeki ses, gıcık olduğum kişiyi gösterip şöyle diyor bana: "mutlu olmak için ne yolara başvuruyor bir bak... tatminkar bir insan görüyor musun karşında? bırak, o zaten kendisiyle yaşamak zorunda... "

haklı olduğu çok zaman var...

ama bazen bakıyorsun ve "o mutlu" diyorsun... kendinden de gayet memnun görünüyor...

işte o noktada da, bu hayattaki en büyük kaçış noktam, en rahat yatağım, en yumuşak döşeğim gösteriyor kendini... yeri geldiğinde de en rahatsız yastık, dikenden yorgan oluyor...

ilahi adalet... ;)

inanç meselesi tabi bu... içten gelir ya da gelmez...

ben böyle hissediyorum, bunu yaşıyorum... yarın başka hissederim, berikini yaşarım o ayrı...

şöyle bir baksan, bayat duruyor, sıradanlık akıyor böyle vıcık vıcık.. ama işe yarıyor be... 

klişe ama doğru :)

bir önceki yazıyla aynı tema, aynı konu... ama daha bir "ben" oldu bu, içime sindi... dışardan belli oluyor mu o ayrım bilmiyorum, yoksa aynı şeyleri farklı kelimelerle gene mi yazıyorum? :D
hadi iki yazı arasındaki 7 farkı bulun, söz, altın takıcam size ;)

Bir de işin başka boyutu var... Öfkemi dışarı vurmadığım zaman, kendime öfke duyuyorum...

Onun silinip gitmesi de az zaman alıyor...

Tepkini göstermen gerek aslında değil mi? 

Aman be amma düşünüyorum....

Öğrenicez zamanla... hem küçüğüz daha... bi yirmi yıl sonra neler dicem kim bilir... kim bilir kim olucam ben x)

Çakma sofi'niz bu mevzuyu kapar da yenilerini açılmaz mı?
Şimdi kendime soruyorum, bunu okuyanlardan cevap da bekliyorum.. 
çok ciddi bir konu bu luuutfen iyi düşünün..
gecegen diye bir açılmış. Sanırım önceden de varmış. Kameralı arkadaşlık sitesi bu. Google'dan orayı ararken, yanlışlıkla buraya uçan insanları görüyorum. Yan tarafta "nerelisin hemşerim?" başlıklı kısım var ya, onun altına tıklıyorum ve buraya uğrayanların, google'a ne yazıp da beni bulduğunu gösteriyor, çok sevdim. Biri "güzel kızlar" yazmış sevgili gıgıl bana yönlendirmiş adamcağızı. Ah biliyorum, farkındayım cazibemin ama... ayıp oluyor kardeş sitemize, reytinginden çalıyoruz...

bi hoşgeldin mesajı mı yazsak köşeye napsak... gecegenler arası iletişim baaabında. x))

gece saçmalamalarını burda kesiyorum... çok uzattım biliyorum..

456 yıl sonra gerçekleşen tam ay tutulmasının yaşandığı günden... dolunayın o gizlerini ortaya dökmüş halinin göründüğü, yılın en uzun gecesinden.... iyi geceler diliyorum buraya kadar okumuş ve sağ kalmış blogsever :)

yalnız şaka bir yana... gecegen.blogspot.com'dan farklı bir şey mi yapsam adresi... ev alma komşu al demişler ama... komşuda pişip bize de düşmesin?? :D:D

12 Aralık 2010 Pazar

Merhaba, nasılsınız efenim?

Selamlar!
Günlüğüme de hep böyle başlıyorum. Selam'la...

Ama küçükken en nefret ettiğim şeylerden biriydi bu hoşbeşler. Pek yakın olmadığım birine "meraba" derken çok sahte gelirdi sesim kulağıma. Yalan söylüyormuş gibi hissederdim kendimi, hiç umurumda olmayan birine "iyiyim siz nasılsınız?" diye sorarken. Hele bir de büyüklerin, gözlerinden ateş çıka çıka bahsettikleri kişiyi "oooo nasılsın amcoğlu" edasında karşılamaları yok mu, yerin dibine girerdim.

Şimdi ne kadar kolay selam veriyorum, falancanın hiç hazetmediğim oğluna. Sırf bizi huzursuz edebilmek için gizli numaradan arayıp sesimizi dinleyen insanın elini öpüyorum bayramları. "Canım" diye sarılabiliyorum ayrıldığımız an kuyumuzu kazanlara.

Küçükken haksız bir azar işittiğimde, ne bileyim bir yerde bir adaletsizliği fark ettiğimde beynimin içinde bir mahkeme kurulurdu. Tanrı seslenirdi köşesinden asıl suçluya. Gösterirdi yaptığı kötülükleri. Sonunda sanık, eğerdi boynunu ve anlardı hatasını.

En büyük ceza bu gibi geliyor bana.

Tene işleyen alevler yok ki cehennemde, o kadar kolay değil... "Ne yapmışım ben"ler var... Maşuk'un sillesini beklerken korkuyla, yanağının boş kalması, aşktan düşmek var... Nefretle yoğrulduğunu sanarken "sen sevgiden yaratıldın"ı anlamak var.

Gülümsüyorum bu yüzden "Siz nasılsınız?" derken. Gözlerime de ulaşıyor tebessümüm.  Ruhum bakıyor gözlerimden, içtenlikle.

hem kendine yapabileceğin en büyük iyilik de zaten bu değil mi?
*Bu yazı kendim içindi... Bazen bir öfke yer ediyor içimde, çoğu zaman nedensiz...Ve herkese karşı.... Şuan mesela düşünceyi coplayarak masumiyeti öldürenlere karşı, büyük büyük dedenin damarlarına bıraktığı kan yüzünden seni tanımadan nefret edenlere karşı, yaşadığım topraklarda birbirini kesen biçenlere, göremeyenlere karşı... Nefretten nefret ediyorum... Tefecinin kafasına baltayı saplarken aslında tüm insanlığı öldüren Raskolnikov gibi hissediyorum kendimi... Bazı dönemler oluyor böyle... ve bu halimden hiç hoşlanmıyorum... Kendim için yazdım bunu anlayacağın... sevgiden yaratıldık çünkü biz... hatırlamak için... unutursam tefeci de ben oluyorum çünkü, suç da ceza da...

Sen unutturmalarına izin verme...

Şimdi "Hayat Sevince Güzel" şarkısı eşliğinde, manavla, bakkalla falan el ele tutuşup dönüyor dönüyor dönüyoruz... Katilimiz uçurumdan düşmek üzereyken mutlaka elini tutuyoruz, bize tokat atana öbür yanağımızı göstermek suretiyle mutlu oluyoruz hatta o yorulmasın diye yumruğuna doğru son sürat koşuyoruz... Yaşlıları karşıdan karşıya geçiriyoruz falan...
Saranghae! ;)

21 Kasım 2010 Pazar

Kazanan Yalnızdır-Paulo Coelho



Şimdi sevgili sen... Ey okuyucu, blog'umun hüzünkovan kuşu, geceleyen kişilik seni...

Sana bu kitabı önermiyorum...

Çünkü hala beğendim-beğenmedim diyemiyorum... birini seçsem, diğer taraftan bir "ama" çıkıveriyor...  yine de ilginç aforizmalar var... ben tanıtayım sen karar ver bakalım...

Paulo Ceolho'u severim çok... kitaplarında genelde ruhun arayışını, ilahi aşkla bütünleşen gerçek aşkı, tanrının dişi yüzünü anlatır... bu kitapsa arayıştan çok kayboluş üzerine...

Başarıya, şöhrete ve lükse olan bağlılığımızın, yüreğimizin gerçek sesini duymamızı engellediğini; bu değerlerin hayallerimizi, hayatımızı, bizi yönlendirdiğini anlatıyor...

Kırmızı halıyı ezen o ayaklara, başka bir dünyadan gelmiş gibi gözüken oyunculara, insanı kıskandıran Oscar'lara, Emmy'lere... kaymak tabakanın tüm sahte ışıltısına, gerçekçi bir bakış açısı var bu kitapta... yazar, "temel olarak, kitapta yazdığım her şeyi gördüm." demiştir zaten...

Cannes Film Festivalinde geçiyor roman... Kitabın kahramanları, öldürmeyi 'bazen' gerekli gören Rus milyoner İgor.... Ortadoğulu moda devi Hamid.... başrol peşindeki amerikalı aktrist Gabriela.... manken Jasmine ve son olarak Hamid'in karısı-İgor'un eski karısı Ewa...

bazı sözler ilgimi çekti, çizdim altını... önceden hiç kitap karalama alışkanlığım yoktu, kıyamazdım.... hadi hayırlısı :)

-moda, aslında "ben sizin dünyanızdanım. sizin ordunuzla aynı üniformayı giyiyorum, onun için beni vurmayın." demenin bir biçimidir.

-kitaplarımdaki değişmeyen temalardan biri de hayallerinin peşinden koşmanın bedelini ödemenin önemi olmuştur. (özdeyiş)

-"insanların hissettiği, yaşadığı ve gördüğü şeyler de onlarla birlikte ölür; tıpkı yağmurla akıp giden gözyaşları gibi."

-normal, bize kim olduğumuzu ve ne istediğimizi unutturan her şeydir... ;)

- bütün gençler dünyayı kurtarmayı hayal ederler. Bazıları  aile kurmak, para kazanmak, seyahat etmek ve yabancı dil öğrenmek gibi daha önemli şeyler olduğu sonucuna vararak bu hayalden çabucak vazgeçerler.

-şöhret sendromu. insanın kim olduğunu unutup başkalarının kendi hakkına söylediği her şeye inanmaya başlaması.

-psikiyatrist birçok cömert, şefkatli insanın bir dakikadan ötekine tamamen değişebileceğini anlattı. Bu olguyla ilgili birçok çalışma yapılmış; bu ani değişikliğe en sevdiği meleği olmasına karşın Tanrı'yla rekabete girişen Şeytan'a gönderme yaparak 'şeytan etkisi' demişler...

-aslına bakılırsa film senaryolarının çoğu şöyle özetlenebilir; adam kadını sever, adam kadını yitirir. Adam kadını yeniden elde eder. Tüm filmlerin % 90'ı aynı temanın çeşitlemeleridir.

-elmas ya da bir başka adıyla pırlanta, herkesin bildiği gibi, ısı ve zamanın etkisiyle değişen bir kömür parçasından başka bir şey değildir.

-şansı yakalamak için her şeyi göze al ve sana rahat bir dünya sunan her şeyden uzak dur.

-biz onu yok edemeyiz; sınırı aşarsak, gezegen bizi yüzeyinden silip atar ve varlığını sürdürür. neden hiç gezegenin bizi yok etmesine izin vermemekten söz etmiyorlar ki?

-yaşamak bile sağlığa zararlı. eninde sonunda ölüyor insan.

-bir de ekşi'de gördüğüm iki cümle var... ya gözümden kaçtı ya da üşendim altını çizmeye :) ilkini "notear", ikincisini "auro" eklemiş...

-deniz, bir tek kum taneciği yutmayagörsün, bütün avrupa küçülür. kuşkusuz, fakına bile varmayız. belki yalnıza bir kum taneciğidir yok olan ama o anda koca kıta ufalır.

-bir de ruha sarılan bir hastalık vardır ki, onu pek bilmeyiz. ilk evreleri çoğu zaman hiç farkedilmediği için çok tehlikelidir. ilk kayıtsızlık, ilk istemsizlik belirtisini görmezlik etmeyin! bu hastalık, ancak, yüzeysel biçimde yaşamaya zorladığımız ruhun acı çektiğini, hem de büyük acılar çektiğini fark ederek önlenebilir. ruh güzel ve derin olan her şeyi sever...

-sıra yazarın "Brida" adlı romanında... aklımdaydı bayağıdır... şizo-mizo da övünce aldım... kapağı çok pis çekiyor beni! :)

18 Kasım 2010 Perşembe

boys over flowers



son bölümü de izledim... dizi  bitti diye üzülmemiş numarası yapıp anlatmaya geçiyorum...

çok eğlendim, çok keyif aldım... azbuçuk da ağladım.. iyi ki izlemişimmm... farklı bir tat, doğallık, içtenlik ve bol tebessüm arıyorsan, böyle kafam rahatlasın diyorsan şiddetle tavsiye ederim sana da :)

boys over flowers... başka bir adıyla "boys before flowers", 25 bölümlük bir dizi... her bölüm 1 saat... korede böyleymiş hep diziler.... bence her şey tam tadındaydı...

Kısaca konusu şu: Jandi kuru temizleme dükkanına sahip orta seviyedeki bir ailenin kızıdır... bir gün, zenginlerin okulu olan Shinwa Lisesi'ne, çamaşırları teslim etmek için gittiğinde, orada F4'le karşılaşır...4 şımarık gençten oluşan F4, diğer bir adıyla Flower Four (çiçek dörtlüsü), okulu asıl yöneten kişilerdir... ve kendilerine karşı çıkanlardan hoşlanmazlar... jandi, o gün bu dörtlünün 'uğraştığı' birine yardım eder ve kahraman olarak ilan edilir... ve bir şekilde lisede okuma hakkı kazanır... ama tabi ki, f4 peşini bırakmayacaktır...

ve işte karakterlerrrrr...

Geum Jan Di- koo hye sun

Korede soyisimler ismin önüne gelirmiş... yani bu kızımızın dizideki adı soyadı Geum, adı JanDi...

Ah bu kız yok muuuu... İlk bölümler ne deli etmişti beni... Sürekli çığırdı... heç de güzel gelmemişti zaten... ama sonra çok sevdim :) ve o iğrenç kesilmiş saçları olmasa gayet tatlı kız... uzun saçlı halini çok beğendim... fotodaki gibi mesela :)

Goo Jun Pyo'dan nefret eder ve ona karşı çıkmaktan vazgeçmez... ilk başlarda, F4 grubundaki Yoon Ji Ho'dan hoşlanır... sonrasını siz izleyin canım :)

İncecik olan bu kız, dizide bildiğin obur... dünyaları versen yer... somun ekmeği bi seferde ağzına tıksa şaşırmam :) ama yiyişi, iştah açıcı geliyor bana...özellikle rameni hüüüp diye içine çekişi falan.... offf bee... ama rameni en güzel yiyen kesinlikle goo jun pyo'dur!


Goo Jun Pyo-Lee Min Ho

Ölürümdür, severimdir... daha önce de söylemiştim, çekik gözlü erkekler tipim değil, görüşümün yıkılmasının resmidir kendisi...

gülüşü çok güzel bi kere... ukala tavırları, horgören bakışları da çok sevimli... bir de hafiften sağa çeken, salına salına bir yürüyüşü var ki, ayrı bir hoş geliyor gözüme...

F4'ün başı gibidir kendisi... zaten anası olacak kadın, Shinwa Group adlı holdingin de Lisenin de sahibidir...

Jun Pyo ise bencil, kendini beğenmiş, şımarık biridir ve kendisine karşı çıkılmasına alışık olmadığından,  Jandi'nin hareketleri ilgisini çeker... İlk önce kıza iyice bir çektirse de sonra ondan hoşlanmaya başlar... ama bunu bile, tabi ki kendine özgü o emrivaki yöntemlerle gösterir...

özlicem seni muuteşem goo jun pyo.. .)


Yoon Ji Ho-kim hyun joong


Kendi halinde, sessiz, uykucu bir şahsiyettir... Keman çalar... gizemli bir tiptir... ve Jandi'nin itfaiyecisi, koruyucu meleğidir...

iyidir... sevilesidir.. :)


So Yi Jung-kim bum

Tatlı, çocuk gibi bir suratı olan bu kişi, dizinin kazonovasıdır... ve her iyi kalpli çapkın gibi, onun da geçmişinde aldığı bir takım yaralar vardır tebi... ayrıca çok yetenekli bir çömlek sanatçısıdır...


Song woo bin-kim joon

Dizi boyunca hiç sevgilisi olmadı bunun çok üzüldüm :D öyle arkadaşları için yaşayan biri... arada ingilizce kelimeler söyler.. ayrıca eklemeden geçemicim... dilin yapısından kaynaklanıyor heralde, bu korelilerin ingilizce konuşmaları tam bi komedi... :)


Ga Eul-kim so eun

Jandinin en yakın arkadaşıdır... çok duru bir havası var... seviyorum bu kızı da :)
Ayrıca Yi Jung'tan hoşlanıyordur kendisi...

*genelde hep tebessümle izledim... ve çok da güldüm... azbuçuk ağladım... ama ama bazı kısımlar var, ağlamayanı döverler heralde.... şahsen ben döverim... aklıma ilk önce, maske takmış jandinin içli içli gözyaşı döküşü geliyor... o hali çok pisti be... bir de aynı bölümde kayıktaki hali...


asıl bazı mutlu anlar bana daha çok dokundu :D... kıskandım mı ne :D

aklıma gelen çok sahne var şuan... kafamda uçuşuyolar böyle... lolipoplar, pijamalar, havuz falan... yüzümde de şuan bir gülümseme var; şöyle yanağıma doğru boylu boyunca uzanmış, yerini beğenmişş... aynından istiyorsanız... izleyin! :)

16 Kasım 2010 Salı

ajans: sosyal bilgiler

Tek yol asosyalizm ideolojisi hızla yayılıyor, sayın seyirciler... bilgisayar başında can verenlerin sayısı, dünya nüfusunun yarısını buldu... yetkililer bu virüsün çok rahat bir tip olduğu konusunda halkı uyardı..

İsviçreli bilim adamları, hastalığın antivirüsünü araştırdıklarını kamuya duyurdu... sosyaller ise isyanda... 'oturmaya mı geldik' adlı eylemle sokaklara döküldüler... twitter aleminde ise asosyaller "doktor kendi haline bırakın dedi" sözleriyle kendilerini savundu... her yerde olağanüstü hal ilan edildi... küba "biz demiştik!" derken abd demokrasi getirmeye ara verdi, türkiye ise gene ikiye ayrılmanın verdiği sevinçle referanduma gideceğini açıkladı....

Son olarak hastalığı yenen insanlar iyileşmek için tek yolun ev tiryakiliğinden vazgeçmek ve batan rahatı çıkarmak olduğunu dile getirdi.

14 Kasım 2010 Pazar

Kore: "dingin sabahın ülkesi"

Efenim bu yaz tanıştım kendileriyle... aynı fabrikadan çıkma yabancı dizilerden sıkılmıştım, şöyle farklı bir şeyler olsa da izlesem falan derken, sizomizo.blogspot.com 'da yazılar yazan, üslubuna bayıldığım(ve gülmekten öldüğüm) şahsiyet bir dizi önerdi bana...

"boys over flowers" adı... çekik gözlülere kendimi pek yakın hissetmesem de ne kaybederim dedim, daldım...

Amanın nasıl bir şey bu böyle?

Şizo, "dikkat! bağımlılık yapar!" demişti ama ben bilgisayarı kapatıp koşa koşa odadan kaçmak istedim... o konuşmalar başlı başına olay!... her cümle aaa'larla haaa'larla bitiyo gibi... sürekli bi ünlem hali.. aslında cidden beni "amanhaaaaaaa" diye uyarıyormuş dizi... tercümesi "dikkat et yeğen, bir kez girdin mi bir daha çıkamazsın!"

karakterler de ayrı bi olay: başroldeki kız (jan di) yok yere çığırıp duruyor... klişe sahneler falan... kızın abartılı tepkilerine ayrıca koptum... ve bir saatlik bölüm sonunda, hayretlerim şaşmıştı ama itiraf ettim kendime.... dizi çok hoşuma gitmişti! :) suratımda bir sırıtış, bir mutluluk hali... çok eğlenmiştim izlerken... yoksammm... bağımlı mı olucaktım?!! :D

"mesele bağımlı olmak değil yeğen.. mesele..." amannn bağımlı olmak işte... çoook sevdim... çoook güldüm, eğlendim... dizi terapi etkisi yaptı bende.. sinirli-agresif-huzursuz bir halde geçiyordum başına... ağla-gül falan... bişiciğin kalmıyo bir saat sonunda... :) ve o konuşmalarrrr... bayılıyorum ya... tekrarlıyorum kendi kendime, önüme gelene korelileri anlatıyorum falan :D üstüne üstlük dizide bir "goo joon pyo" var kii…. gerçek adı “lee min ho" bu adonis heykelinin...  o nasıl tatlı gülüştür öyleee...:D o nasıl "çekik gözlüler tipim değil" önyargısını yıkmaktır.... ahanda resmi :)



şahsen bereli ya da saçları alnına düşmüş haline bayılıyorum :) ama şu an blog o fotoları yüklememe izin vermiyo... kıskanç blog!


bir de altta gördüğünüz, “ramen” adındaki diyetbozan- acıktıran var… hiç yemedim maalesef ( ama en yakın zamanda bulucam ben bunu!)... görüntüsü yetiyor be....  höpürdete höpürdete içlerine çekiyorlar ya bir de… off offff..




Öğrendiğim az buçuk kelime de var :) mesela aklıma geleler:
*şimdii... azcık ekleme-düzeltme yaptım... şizo'cuuum sağolsun :)))

sunbae- kendinden üst sınıflarda okuyan kişilere seslenmede kullanılıyor... saygı bildiren bir ifade… oppa-  "abi, canım, tatlım" gibi anlamlara geliyor.. bunu kızlar ya kendinden büyük erkekler için ya da sevgilileri için kullanıyolar....  kamsahamnida- kendinden büyük birine, resmi olarak teşekkür etme… komavo/komavoyo-arkadaşına, kendinden küçük birine teşekkür etme.... arasso-anladım... unni- abla (kadınların kadına hitap şekli)

ya bir de sayılar kulağıma çok şirin geliyo… özellikle on’lular… şib il..(on bir), şib i (on iki)... falan gidiyo öyle :D

ama şu var ki… hala bitiremedim diziyi...=D modem bozuldu-dersane başladı derken arada kaynadı gitti... ya bi de bitmesin istiyorum yaaa!...15 yaşındayken bir diziye resmen aşıktım! günde aynı bölümü 3 kez izlediğimi bilirim… bitti diye nasıl üzülmüştüm..  Lost’un son bölümlerini de hala izlemedim… bitmesin istiyorum…. ama özledim çok! şu bayram tatilinde izlicem sanırımmm… sonra başka diziye başlarız... içinde gene “lee min ho” olucak ama :D

geçenlerde nete giremediğim dönemde… dizide “lee min ho”nun dudak büküşünü ve “jan di”nin hiç bitmeyen oburluğunu özlemleee anarken… alttaki kitabı gördüm! orijinal adı “honolulu” olan romanın bizdeki ismi “uzaklarda bir yerde”… yazarı “alan brennert”.



Tanıtım kısmındaki yazıyı okuyunca hemen aldım. Eskiden Kore’de kız çocuklarının doğumuna sevinilmez, onlara erkek çocuklarınki gibi isimler verilmezdi. Bunun yerine ailelerin, kızlarının doğumuyla ilgili hislerini yansıtan takma adlarla anılırlardı.Örneğin tanıdığım kızlardan birinin adı Öfke diğerinin ki Rikkat idi.
Benimkiyse, HÜZÜN.”


Tarihi kurgu romanı olan bu kitap, vatanı Kore’den ayrılıp yeni bir yaşam umuduyla Havai adalarına gelen Hüzün adlı kızın öyküsünü anlatıyor… içinde gerçek olaylar ve gerçek kişiler saklı… Kore-severliğimi bir yana bırakırsam… okunmaya değer bir kitap derim… özellikle ilk yarısını merakla, ilgiyle yaladım yuttum… ortalarda bir ara sıkılsam da çok sürmedi… güzel, doyurucu bir kitaptı :)


Bir yerde Hüzün’ün annesinin, kızına söyledikleri çok hoşuma gitmişti… (su po: en kaliteli kumaş türü… chogak po: yamalı kumaş) “gençken hayatın daima su po gibi olacağını düşünürüz; tek kumaş tipi, tek örgü tipi, tek büyük tasarım. Ama aslında hayat yamalı kumaşlara daha çok benzer-parçalar, garip uçlar. İnsanlar, yerler, diğer şeyler hiç beklenmedik ve hiç istenmedik olabilirler. Bunda bir uyum ve güzellik vardır. Sanırım chogak po’yu bu yüzden seviyorum.”


Bazı bilgiler ilginçti.... Eskiden düğünlerde duygular belli edilmez, hiç gülümsenmezmiş mesela… daha eski zamanlarda kadınlar, ancak kasabanın zili çalıp da tüm erkekler sokakları terk edince dışarı çıkabilirmiş… han olarak tabir edilen ve çoğu kadının ‘mecburen’ sahip olduğu bir duygunun da üstünde duruluyor… han, yani kadere boyun eğme ve yenilmişliğin kabulü… neyse ki, kitapta da söylendiği gibi, bir yolun hazineye çıkması için altınla kaplı olmasına gerek yoktur...

daha önce de söylediğim gibi, bazı karakterler ve olaylar gerçek…. kitabın sonsözünde öğrendim bunu… o kişilerin gerçekten yaşamış olduklarını bilerek okusaydım daha iyi olurdu aslında….

May Thompson örneğin… ona ait bir fotoğraf sanırım yok...


                                              ve Joe Kalani/Kahahawai… altta gördüğünüz kişi…



                                                                  ve  Chang Apana:




Bunların dışında tabisi birkaç kelime daha öğrendim :D

yobo: sevgilim, demekmiş :)…. aigo: hay aksi gibi bir kelime ama daha sert ve daha ‘renkli’… kimchi, lahana turşusu, sarımsak ve kırmızı biberden yapılan bir yemek/meze- bunu biliyordum… ama her öğün kimchi yenir mi yani.. şaştım :D…. kore alfabesi: hanguljin: cevher/mücevher… kisaeng: bir tür hizmetkar.. dans, şiir, şarkı, hat sanatı, hakkında eğitimliler. bazıları sarayda gösteri yapmış.. ama sonra… çoğunun gösterileri ‘bireysel’ boyuta düşmüş…

Evet, benden bu kadar… boynum koptu yalnız :D son olarak şunu söyliyeyim... kitap sonrası daha da ısındım Korelilere… Kore kültürüyle ilgili hiç bilmediklerimi öğrenmek beni daha da yaklaştırdı onlara…tabi dışarıdan bakan bi gözüm sadece… kuzey koreyi-ordaki açlığı-politikayı-köpek etini falan bilmem… sadece gözlerindeki ifade, gülümseleri falan çok samimi, çok içten geliyor… dizileri de öyle… bir de, bir şey var… “kore”nin kelime anlamı gibi… yani “dingin sabahın ülkesi”… baktığım yerden böyle görünüyorlar :)

*diziyi öneren kötü kalpli kızz… sizo-mizo seni... amatem’e gidicem tedavi olucam senin yüzünden :D… komavo yavru!!! :D

*ha bu arada… uzman kızım, bir eksiğim-yanlışım varsa ses et… rezil olmayayım :DD
*saygılar efenimmm... ramen tadında geceler... yobo tadında rüyalar... ve en önemlisi iyi uyanmalarrrr :)

3 Kasım 2010 Çarşamba

falan filan fıstık -2-

yazasım var... mantıklı ya da saçma farketmez... yazmak istiyorum... ama zaman dar.. uykum da var... olsun, yettiği kadar.... o yüzden biraz ordan biraz burdan.... falan filan fıstık iştee...

*bu 'fıstık'ı annem eklerdi... kulağıma gıcık gelirdi çok... sevdim sonra... çok olur böyle... düş sokağı sakinlerini dinlerdi kardeşim, adamın sesine uyuz olurdum... şimdi "hüzün kovan kuşu gelmişşş" diye şakıyorum... önceden kapı gıcırtısı gibi gelen şarkı, şimdi nasıl huzur veriyor anlatamam...

*sefilleri okumuştum lisede... kendini öldüren biri vardı, polismiydi ne...  uğruna yaşadığı, inandığı her şeyin yanlış olduğunu öğreniyordu... baştan başa yanlış yaşadığını... başkarakter kadar etkilemişti beni... o adam olmaktan korkuyorum.... arkamı döndüklerimin 'doğru' çıkmasından, avladığım şeyin hüzün kovan kuşu olmasından...

*sonsuza kadar diyet yapmaktan da korkuyorum mesela :D ama yüzme dışında hiç bir sporu sevmiyorum...  ve kahve... ve çikolataaa... aslaaa vazgeçemem senden aslaaaaa... ciddiyim... bu ikili... ha bi de ayran... sık sık bi litre alır, kafama diker, hepiciğini 1dakkada bitiririm... neyse ki yararlı o :)

*ağızdan yemek yerken çıkan sesler... beni nasıl delirtiyor anlatamam...  çatalı bıçağı alıp savaş naraları atasım geliyo... her kimse artık karşımdaki... pis pis bakmamak için kendimi zor tutuyorum..

*gece uyumayı hiçççç sevmiyorum... küçüklükten beri bu böyle... ama azıttığım sene bu yıldı... 12.00-17.00 arasıydı uyku saatlerim... anormallikti artık o kadarı... ama güzeldi be :D gece başka.. çok başkaa :D

*fena evcilim... sadece ailemin yanında, evde tamamen rahatım çünkü... ha bi de birkaç dostun yanında... dışarda sürekli yargılıyorum kendimi... sanki dev bir ekrandayım... millet izliyor beni...

*bir de insanlar.... acımasızlık diz boyu çoğunda...

bazen anlayamıyorum...

anlamak...

sırf bu yüzden başkası oluyoruz zaten, zırhımızı kuşanmadan göstermiyoruz yüzümüzü... anlamaya çalışmayacaklar çünkü bizi, kalkanını indirdiğin an gerçekten areneda hissedeceksin kendini..

peki biz anlamaya çalışıyor muyuz?

herkes baktığını zannetmez mi başkasının penceresinden? ama sen pervazın üstündeki saksılara bakarsın, evin sahibi dışardaki ağacı inceler...

işte o noktada kabullen. farklı iki insansınız siz.

onu acımasızca yargılama, herkes kendi dünyasında kendi savaşını veriyor zaten

onun için değil kendin için yap bunu.

anlamayı dene...  sonuç önemli değil... ama anlamaya çalıştığın anda farkedeceksin hafiflediğini.. farkedeceksin ki, zırhını indirmişsin ama karşındaki yaralayamıyor seni... ama en önemlisi, hafiflemişsin..

*ben çok kitap okurum... hiiiç bakma... çok çok azı öyle entel dantel olur... yok genel kültürmüş, kelime dağarcığıymış... tek amacım kiyif almak... çok insan tanıyorum sayelerinde... çok yer geziyorum...ve en önemlisi çoook şey hissediyorum... gökkuşağı tadında geçiyor zaman.... bir gün o tadı ben başkasına yaşatmak istiyorum...

*ama şimdi... yatma vakti... gecen boool yıldızlı olsun... vanilya aromalı rüyalar.... böyle iç açıcı... missss gibi...

8 Ekim 2010 Cuma

kurbağa pirenses- bir ibret tablosu!



dikkat dikkat... bu ibret dolu bir hikkayedir, çoluk çocuğu ekrandan uzaklaştırınız... dikkat dikkat
hatırlarsan ey blogcuk, geçenlerde "bugünün kelimesi 'neden! ' olsun" demiş ve bunun bir soru olmadığını belirtmiştim. meğersem bu bir soruymuş... ve acı gerçeği fark ettiğimde cevabı da buldum... her şey bana şu cümleyi söyletmek içinmiş: dersaneye gitmek istiyorummm..

olay şöyle gelişti... salı günü saat 6buçukta hayata tüm nefretimi sunarak uyandım... zira dersanenin ilk günüydü ve benim kırmızı bir gözüm vardı... otobüste bana bakmamak için kendiyle cebelleşen bir kız sayesinde eğlendim... zaten ne zaman dışarı çıksam insanlar dehşetle sağa sola kaçıştılar, hunharca dışladılar beni... oysa "böö!" falan yapmamıştım kimseciklere... öylece yürüyordum sadece... kırmızı gözlerimle...
(...dudakların emel sayın misali titremesi ve ağlama efekti...)

neyse ki dersane korktuğum gibi değildi... yine de eve döndüğümde kötücül bir hissiyat sarmıştı benliğimi... dersaneye yeniden başlamanın öfkesi, kini, nefreti kontrolümü ele geçirmişti...
geçen sene, attığım test kitapları da film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu... yeniden bu yollarda ne işim vardı benim....
büyük bir buhran geçirerek kendimi poliklinikte buldum... okey masasından koparılmış gibiydi yaşlı doktor... ona güvenemeyeceğimi bilmeliydim... bir damla yazdı reçeteye...
ve diğer sabah uyandığımda aynalar çok acımasızdı eyyy blogcuk, resimdeki kurbağa vardı karşımda... ben sırıtmıyordum tebi öyle.... rengim de o kadar yeşil değildi.... sözün özü, sol gözüm açılmıyordu, onu hor gördüğüm içün küsmüştü bana.... kan çanağı halini bile özler olmuştum...

ama heyhat... bir kere kırmıştım onu... gittiğim başka doktor, yeni damlalar verdi... "Allah'tan ümit kesilmez" diyerek omzumu sıvazladı... o gün bu gündür, tek gözle dolaşıyorum evin içinde...
sol gözüm, senden özür diliyorum...
ve...
(...nefesler tutulmuş...)

ve dersanaye gitmek istiyorum...

(... seyirciden "ouuuuu" sesleri eşliğinde... hıçkırıklar, aksırıklar, tıksırıklar...)


*
neymiş.... gözüne iyi bakıcakmışın, renginden dolayı ırkçılık yapmıcakmışın...
neymiş... dersaneye gidebilmek bir ayrıcalıkmışşş..
ve en önemlisi...
"neden" kelimesi bir soru anlamı taşıyormuş....

(...alkışlarrr alkışlarrr alkışlarrr...)

4 Ekim 2010 Pazartesi

haykolik kız

eveeet selamlar efenim... müjdemi isterim... yarın bir asosyal daha topluma kazandırılıyor... dersane başlıyorrr... yeni insanlar, gereksiz bilgiler ve zebani misali hocalar...

korkuyorummm...

ama şundan eminim blogcum; yarın sınıftaki en dikkat çekici kız ben olucam, kimse benden gözlerini alamıcak... hiç öyle bakma eminim ben... nerden mi geliyor bu güven, gel bak anlatayım...


geçen ne dedim, hatırlıyor musun, yevrucum:

hayko cepkini, seviyorum ben... adamlar, normal kavramına meydan okuyor çünkü...

yok hala bir şeye meydan okuduğum yok ama vücudum belli ki bu sözü yanlış anlamış... ya da geçen hafta göz ameliyatı olan babannem, ona güldüğümüz için beddua mı etti bilmiyorum... iki gündür sol gözüm bildiğin kan çanağı, beyaz tek yeri kalmadı, göz kapaklarım da şiş ve kaşınıyorrr...

evet... bu birçuk yıldır eve kapanmış bir kızın ilk sosyalleşmesi için ideal bir yol... çok rahatladım...

* bugünün kelimesi "neden!" olsun... ve bu bir soru değildir !

23 Eylül 2010 Perşembe

"özel sebepler"

Evet, üni-terk bir şahsiyet olduğumu öğrendin...
"Seni böyle de bağrımıza basarız kuzuuum... Aman da büyümüş de üniversiteleri bırakırmış... aman da aman..." diyorsan tamam otur bekle, ben gelicem birazdan.

Azıcık işim var, kendime sövdürmem lazım...

Bu yıl karşılaştığım herkes gibi "salak bu" bakışı atacaksan sen de bana, sıraya gir... Sonra da uslu uslu bekle, araya kaynak yapma... olmadı ben gelirim ayağına, yabancı mıyız canım... bi güzel kızarsın, anlaşırız... :)

Bir yıl boyunca üniversiteyi neden bıraktığımı soran herkese "keyfim ve kahyası"nı gösterdim... Doğrucu davut, dürüst ayşe, inat fatma'lığım tuttu...  Olan lafı yiyen gene ben oldum...

Bundan sonra soranlara öyle uzun uzadıya açıklama yapmak yok...
davut, ayşe, fatma... dağılın şimdi.... xP

üniversiteyi bırakmanın püf noktaları

Bir kaç sene önce gerçek oldu kuzenimin en büyük hayali.. Çanakkale güzel sanatlar'da tiyatro bölümünü kazandı... Ve sonra gitmedi... Bırakamadı ailesini...

Vardır bir bildiği dedim.. ama anlamadım açıkçası... Neden hayallerini terk etti, anlamadım.

2009... 23 Eylül...Geçen sene bugün... Evden cümbür cemaat uğurlandım uludağ üniversitesine.. Annem gözleri kıpkırmızı el sallıyor arkamızdan, sıkıyor kendini ağlamamak için... Bende üzüntü falan yok, aksine hevesliyim.. hayalimdeki bölümü kazandım, öss kabusu bitti... Zevkle yakıldı kitap defterler... Yeni bir hayat başlıyor, hep özendiğim yurt hayatı...

2010... 23 Eylül... Bugün yani... Bir hafta sonra dersane başlayacak... Yine sınav telaşı... ve hedef yine psikoloji... ama bu kez şehir içi.... Üniversiteye hazırlanan üni-terk'im ben şimdi...

Ve son olarak:
2007... aylardan Eylül yine.. Anneannemlerin evinde bulduğum bir defteri günlük yapmışım... Defterin kapağına bir logo basılmış, önemsememişim fazla, öyle şekiller çizmişim üstüne... Yaldızlı harfler sırıtıyor amblemde:  Uludağ Üniversitesi...

Kader diyorum... Anlamadım seni... ama vardır elbet bir bildiğin...

Ve Pişman oldum... diyorum kaç kere.. Olamıyorum...

20 Eylül 2010 Pazartesi

sosyal-fobi... kimsin sen?


Seviyorum ulennn... anti kahramanları seviyorum..

Johnny Depp'i ve canlandırdığı birçok karakteri, göz kapağı düşük Hayko'yu, beterböcükü, bugs bunny'yi, for vendetta'dan önceki V'yi....

Neden mi seviyorum... adamlar "normal" kavramına meydan okuyor çünkü...

Ama fazlasıyla normal olmaya çalışmak, refleks haline gelmiş birçoğumuzda... bende en başta... 

Özgüvenim yerlerde bu yüzden... Uyumlu olucam, beklentileri karşılayacağım diye, kendimi sakladım içime... ara da bul şimdi...

Yalnızken ya da yakın olduğum kişiler varken çıkıyor ortaya ama sonra kaybediyorum...

Sen bana nasıl bakarsan ben öyle görüyorum bazen kendimi... salak diyorsan, öyle hissediyorum... cici kız'sam gözünde, hayal kırıklığına uğratmamak için seni, kafandaki kalıba giriyorum.. ama yok dar geliyor.. sığamıyorum..


Herkesin bir lokmayla doyduğu sofrada ikinci lokmayı alamıyorum...


Sessiz ve uyumlu olduğumu düşünen insanların arasında, kara dediklerine ak diyemiyorum..

Beni sev diye, kendimi dışlıyorum...

Bu yüzden sosyo-fobik bir şahsiyetim kendimi bildim bileli. Olumsuz yargılanmaktan feci halde korkan, genellikle kalabalıklardan hoşlaşmayan özgüvensiz kişidir kısaca sosyal-fobi sahibi. Senin dünyanda normal olucam diye, vücudu anormal tepkiler göstermeye alışmıştır...

Bilenler bilir, nasıl engeller insanı bu meret... Boğazın düğümlenir, beyin donar kalır, kekelersin.. Dünyanın en başarılı engelidir bu, yakaladı mı bırakmaz...

Ama yaka silkiyorum ben artık, boynuma sarılmış elleri düşüyor özgüven canavarının... her zaman başarılı olamıyorum ama eskisinden daha rahatım. Arada düşüşler de oluyor ama geçeceğini biliyorum..

Bir kitap aldım çünkü...

"ÖZGÜVEN" adı... yazarları: Matthew McKay, Patrick Fanning... "Arkadaş" yayınevinden çıkmış...

Öyle el yakmıyor, 10 lira... ve kişisel gelişim kitabı falan değil bildiğin kendi kendine terapi bu... kesinlikle tavsiye ederim... 100 sayfa okudum ve inanılmaz yardımcı oldu, etkisi bariz.. en önemlisi bakış açını değiştirmek, bu kitap da bunu başarılı şekilde yapıyor... tavsiye ederim :) hatta resmini de koyayım...



Para tuzağı birçok kitap arasından gerçekten yarar sağlayanını bulmak çok zor, bunu kendimden biliyorum :) kitabın tanıtımından pay aldığım falan yok yani efenim :D

Yeni yılda "şunu yapıcam artık böyle olmucam" der ya herkes, şu eylül de benim için yeni kararlar arifesi...

Yaz bitimi, yeni bir dönemin başlangıcı...

Listenin başında da bu var.. "özgüvenimi geliştirmek".. çünkü hayatın tadı çıkmıyor böyle..

Kendimi olduğum gibi sevmek, saçmalayıp gülmek istiyorum..

Sürüden ayrılmak istiyorum, bunu göze almak... Varsın kapsın kurt beni..

Ne demiş Paluo Coelho:

"Normal, bize kim olduğumuzu ve ne istediğimizi unutturan her şeydir."

Emre Aydın da bir twitinde yazmıştı: "sürüden ayrılarak yaptığım her iş için uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum." diye... ay dur valla öpüjem kendimi... çünkü bugün içimdeki bir koyunu saldım... koş dolly, koş kızımmm...  x)

14 Ağustos 2010 Cumartesi

farkındayım, farkındayım...




Kayboldum...
Bir süredir yaptığım en anlamlı şey ekrana bakmak...
Kimim ben?
bu tuşlara basan tembel, amaçsız, robot kız mı ?
bir ay önceki hareketli, özgüvenli, güçlü olan mı ?
tamam.
kendi dünyamı yaratmayı ne zaman bıraktım bilmiyorum ama oyuna yeniden giriyorum.
kapıyorum gözlerimi...
veeee...
korkma, blogcuk...
mutluluk çığlıkları atmaya başlamayacağım öyle birden..
hala biliyorum, hayallerim sırf ben kendimi iyi hissediyorum diye gerçek olmayacak.
yarın rüya gibi bir yakışıklı beni bulmayacak..
ve aşk muhtemelen daha bin ışık yılı uzakta bana :S
kuantum saçmalığına girmicem..
kader ben gülüyorum diye gülmicek..
ama ben gülücem, blogcuk, daha fazla gülücem bundan sonra...
sezen aksu'yla yolluyorum siziiiii...

Bu kızı yeniden büyütmeliyim
Kor ateşlerde yürütmeliyim
Değirmenlerde öğütmeliyim
Farkındayım...
Farkındayım...

Çünkü...

Kendini seçemiyorsun,
Bırakıp kaçamıyorsun...

10 Ağustos 2010 Salı

ekşisözlükte gece

70. iç seslerin konuşmayı en sevdiği zaman dilimi (charming)

81. gündüz, kontrol eder, bicimlendirir, benligi kendisinden uzaklastirir, kamunun icinde onu yok eder.. size ait bir sey yoktur o zaman diliminde..

günduz sizin kendinize ait olmasina tahammul edemez aksine gunduz sizi kendisine tabi kilmak ister.

halbuki gece, bu zincirlerden kurtulustur, perdeler kapanir, insanlar evlerine cekilir ve ozgurluklerini kutlarlar.. insanlar kendilerine ait olurlar. sizi rahatsiz edebilecek bir toplum yoktur gece, evinize giren sesler susmustur, kendisinden baska hicbirseyin olmadigi bir evrende insan "kurallar" olmadan yasamaya baslar.. gece kontrol edilemez..

gece, ciplaktir. insani kendisiyle yalniz birakir, gunahlar islenir gece, karanligin -gorunmezligin- perdesi altinda sevisir insanlar, tul perdeler cekildiginde, ayiplanan hersey ortaliga cikar.
gunduz engizisyonun baskisi vardir o yuzden gece calisir galilei, sonatalarini gece yazar beethoven, yazi masasinin basina gece oldugu zaman gecer nietzsche ve gece tul bir perde gibi kucagina alir cocuklarini. tamahkardir, sessizdir dunya gibi cunku bilir: "yeni goruntuler bulanlarin degil, yeni degerler bulanlarin cevresinde doner dunya; sessiz doner."

gece, haksiz yuksek seslerin sustugu ve hakli sessizlerin konustugu zamandir.
gece, kontrole verilen aradir... (aethewulf)

95. yalnızlığın gövde gösterisi. (slide)

103. günün en güzel zamanı. her yer aydınlık olmasa da olması gereken yerler aydınlıktır
sadece… (ill balanced)

247. hayatımın tamamı.
oysa yarısı olması gerekirdi.
(tcyx)

408. gece uyuyamadığında gecedir… *bknz. cioran (hayal bilgisi)

*gece'n aydınlık olsun blogcuk... (:

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Fincanı taştan oyarlar gülümmm..

en sevdiğim üçlü: kahve, çikolata ve yağmur sesi...
cama vuran damlalar eksik bugün, bir de korkusuz küçük bir kız gibi hissetmeme neden olan gök gürültüsü...
onlar da olsa yıldızları ben yarattım zannedicem...
biliyon mu blogcuk, kahve kafa yapıyor bende..
fincanın dibini gördüğüm anda da göz kapaklarım kapanıyo, resmen sızıyorum...
ve sıcak sıvı dilimin pıtırcıklı bölgesinden mideme inene kadar da... resmen kanyak etkisi... gerçek içki buuu !
ilham perileri ellerindeki değneklerle saldırıyorlar birbirine, ben konuşucam diye...
hayat güzel, yaşamak anlamlı, dudaklarımda bir gülücük asılı... ohhh değmeyin keyfime... derkene...
Bitti. Son. Fincanın dibi.
uykum geldi, gene uyumak istemiyorum...
yıldızlar kayıyor.
ve onları ben yaratmadım.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Falan Filan Fıstık

• *Diyete başlamadan bir gün önce öküz gibi yememin mantığı ne? Yarın onları eritmek için deli gibi aç kalacaksın, akıllı kızım... Zaten bu yüzden şişmanlıyorum ya... Vücut ilerki diyetlere karşı psikolojikman zevk depoluyor.




• *Ama yarın 'kesin' diyetteyim ! Ve spor şart... Off, al sana mahalle baskısının Âlası... Yaşasın yemek yemek diye hönkürmek istiyorum !



• *Bugün bir düğün kasedi izledim. 12 yaşındayım orda... Müziğe uymamayı amaçlamış gibiyim... Hala o kadar berbat mı oynuyorum acaba? Kuaförü de ayakta alkışlamak lazım, gelin başı yapmış mübarek...



• *Kafası iyiyken herkes çok düşünür mü? Sarhoşken ya da aşırı uykusuzken beynim lüzumsuz sorular ansiklopedisi gibi...
"İzmir-Eskişehir arası kaç adımdır acaba? Yürüsek kaç güne varırım?"
Yok yok normalim ben...



• *Sonunda Tutulma'yı izleyeceğim bugün! Edwaaaard diye ölenlerdenim, evet.... Ah, ah... Bak ölüyorum gene...



• *Yatayım ben saat 7'ye geliyor... Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır demişler... uyanmak için uyumak lazım tabi... iyi sabahlar blogcuk, güzel güzel rüyalar...

• *tartıldım şimdi.. 62.9'um.. aç karnına bir de bu kilo =(

• hadi bakalım, hedef 54 !!!

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Ustalardan Gözistan

Gözleri siyah kadın
O kadar güzelsin ki...

Gitmek, gözlerinde gitmek sürgüne
Yatmak, gözlerinde yatmak zindanı...

Çay bardağında bırakılan dudak payı kadar bile uzak kalamam gözlerine..

Duymak, gözlerinde duymak üç ağaçları
Susmak, gözlerinde susmak
Ustura gibi .

Durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin:
Sırrını her gün bir parça veren
Fakat hiç bir zaman büsbütün teslim olmayacak olan...

GÖZLERİN HANİ???

Uykusuz

Uyku.
Seni düelloya davet ediyorum. Şu an saat 06:39
Ve erken kalkmam gerek.
...Uyku uyku uyku...
O değiştiremediğimiz, gücümüzün yetmediği zaman var ya.
İşte o "zaman" dediğimiz yüce kavram, senin karşında iki büklüm kalıyor, ey uyku.
Şıp diye geçiyor koca gece.
Ama işte, sen sözünü geçiremiyorsun bana.
Ve bir nevi zamanı yeniyorum.
Uyku.
Hadi çıkar maskeni.
Kafa tuttuğum gerçek yüzünü göster şimdi.
Neden sana meydan okuduğumu göster.
Ölümü göster ardındaki.

Neden Geldin Gece Kız ??

 
 8 yaşından beri günlük tutuyorum.
Hatta şuanki defterim, masanın üstünde boynu bükük duruyor.
Neden ona değil de buraya yazıyorum peki?
Suçu günlüğüme atabilirim.
Ağaç katili ! Bitki cesedi !
Gerçek şu ki, onu paylaşmaya kıyamıyorum.
Sense içimde saklı, gizli kapaklı hayalimsin.
Bu sinsi düş, mis gibi kahve kokusuyla başlıyor.
Benim biricik günlüğüm, hoş bir kafede, küçük bir masanın üstünde unutulmuş. İnsanlar gelip geçiyor.. Sayfalar açılıyor rüzgarla..
Ve o öylece okunmayı bekliyor.